14 Aralık 2018 Cuma

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM


Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı sınırlar, gerek bölge ülkeleri ile 2000’li yıllardan itibaren geliştirdiği ilişkiler nedeniyle bu süreci yakından takip etmekle kalmadı, süreç içinde kendince makul bir duruşla gelişmelere müdahil oldu. Böyle bir sorumluluğu almanın doğal bir sonucu olarak, bölgesel dinamikler ve küresel müdahaleler dolayısıyla yarım kalan baharın ortaya çıkardığı problemleri göğüslemek zorunda kaldı. Baharın sonbahara dönüşümü Türkiye’nin bölgesel ölçekte olası müttefiklerini ortadan kaldırırken ciddi güvenlik sorunlarını da beraberinde getirdi. Suriye’deki devrim hareketinin Esad rejimini devirememesi, terörizmin küresel ölçekte en önemli temsilcilerinden olan DEAŞ ve PKK/PYD/YPG örgütlerinin Suriye’deki otorite boşluğundan faydalanarak terör faaliyetlerini artırması, başta Rusya, İran ve ABD olmak üzere küresel ve bölgesel aktörlerin bu topraklardaki etkinlikleri Türkiye’nin başından beri müdahil olduğu Suriye sorunundan uzak kalamayacağını gösteren faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yumuşak ve Sert Gücün Birlikte Kullanımı

Ak Parti iktidarı, Türk dış politikasının önemli dönüşümler geçirdiği bir sürece tekabül eder. Bu dönemdeki dış politika anlayışının sonuçlarının olumlu ya da olumsuz olması geniş bir tartışmanın konusu olmakla beraber iki noktanın altının çizilmesinde fayda var. Birincisi, Türkiye bölgesel bir aktör olma iddiası etrafında bir dış politika inşa etti. Stratejik derinlik ve buna bağlı olarak komşularla sıfır sorun doktrini Türkiye’nin bu iddiasını özellikle Arap devrimlerine kadar destekledi. Böyle bir iddiayı taşımanın doğal bir sonucu olarak da muhtemel sorunlarla yüzleşmek durumunda kaldı/kalıyor/kalacaktır. İkincisi, bu süreç Türkiye için bir öğrenme süreci anlamına geliyor. Bölgesel güç olma iddiasını gerçekleştirebilmek gelişmelere göre farklı ittifaklar geliştirmeyi, yeni söylemler üretmeyi, gücün yumuşak ve sert varyasyonlarını kullanmayı gerektiriyor ve Türkiye de bütün bunları tecrübe ediyor. Afrin’de PKK/PYD terör örgütlerine düzenlenen Zeytin Dalı Harekâtını ve dış politikamızın evirildiği yeri sağlıklı biçimde ele alabilmek için bu iki hususu göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

Arap devrimleri başladığında bölge ülkelerine model teşkil edebilecek bir ülke olarak lanse edilen Türkiye, buradaki yerel müttefiklerinin başarısızlıkları, bölgesel aktörlerin çıkar çatışmaları ve özellikle ABD’nin başını çektiği batı blokunun çelişkili tavırları dolayısıyla Mısır’da seçilmiş hükumetin darbe ile devrilmesinden sonra yalnızlaşan bir konuma sürüklendi. Bu tarihten sonra çıkmaza giren Suriye devrimi, Rusya ile yaşanan uçak krizi, Filistin’de İsrail’in artan şiddeti, DEAŞ’ın Suriye’de geniş topraklara yayılması ve Irak’ın toprak bütünlüğünü bozması, Irak hükumetiyle yaşanan sorunlar, IKBY’nin Kuzey Irak referandumu gibi gelişmeler Türkiye’nin üzerindeki baskıları artırdı. İşte tam da bu süreçte başlayan Fırat Kalkanı Harekâtı Türkiye’nin bölgedeki diğer devletlerle kıyaslanamayacak devlet tecrübesinin devreye girişini ve söylemin eyleme dönüşmesini göstermesi açısından önem arz etmektedir. Şu günlerde yürütülen Zeytin Dalı Harekâtı da Türkiye’nin gerektiği takdirde sert güç unsurlarını kullanmaktan çekinmeyeceğini göstermesi ve bölgede muhatap alınacak başat aktörlerden olduğunu göstermesi açısından mühimdir.

Söylem Eyleme Dönüştürüldü

Dış politikada geliştirilen güçlü söylemlerin altını doldurabilecek eylem kapasitesine sahip olmak önem arz etmekte, hatta eylem kapasitesine sahip olmanın ötesinde söylemi eyleme dönüştürebilmek gerekmektedir. Türkiye’nin özellikle 15 Temmuz darbe girişimden sonra ortaya koyduğu dış politika çizgisi bu anlamda eylemin söylemi desteklediği, zor kararlar ile ülke çıkarlarının korunmaya çalışıldığı bir çizgi olması hasebiyle ehemmiyet arz etmektedir. Sürekli tektonik hareketlerin dış politika yapmayı zorlaştırdığı bir coğrafyada dış politikamızın en önemli sorunlarından birisi realist bir bakış açısının eksikliği ve bu bakışın gerektirdiği adımları atabilme kapasitesinin kullanılmamış olması idi. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtları Türkiye’nin daha realist ve sert güç unsurlarını devreye soktuğu bir dış politika anlayışıyla hareket ettiğini göstermektedir.

Masada Elimiz Güçleniyor

Askeri açıdan yoğun bir ölçekte yürütülen Zeytin Dalı Harekâtı, Türkiye’nin hem güvenlik çıkarlarına hem de Suriye’de faaliyet gösteren diğer aktörlere nazaran bölgenin geleceğine ne derecede önem verdiğini ortaya koymaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak da Suriye’nin toprak bütünlüğü ve geleceği söz konusu olduğunda masada olması gereken başat aktörlerden birisi olduğunu göstermektedir. Harekât ayrıca, Rusya ve İran ile yürütülen çözüm sürecinde başarılı bir görüntü çizen Türkiye’nin masada elini güçlendirmektedir.

İttifakların hızlı biçimde değiştiği bölgemizde böyle bir harekâtın yürütülmesi geleneksel müttefiklerimize –ABD, NATO, vs.- Türkiye’nin kendi çıkarlarına uygun olmayan durumlarda esnek biçimde yeni ittifaklar arayabileceğini göstermektedir. Türkiye gibi orta ölçekte bir gücün bu manevra kabiliyetine sahip olması küresel siyasetin odak noktasında bulunan bir bölgede siyaset yapmayı karmaşıklaştırmakla birlikte kolaylaştırmakta, tek bir siyasi kutbun yörüngesine girmesini engellemekte, böylece dış politika yapımında daha özgür biçimde adım atmasına imkân vermektedir.

Değişen Şartlara Uyum Sağlandı

Fırat Kalkanı Harekâtı ile DEAŞ’a karşı verilen en somut mücadeleye imza atan Türkiye’nin tehdit olarak gördüğü PKK/PYD’nin sınırlarında oluşturmaya çalıştığı terör koridoruna karşı harekete geçmesi kaçınılmazdı. ABD’nin bu süreçte ısrarla PKK/PYD’ye destek vermesi daha önce bahsedildiği üzere Türkiye’nin geleneksel müttefikleri ile Suriye özelinde ortak noktada durmadığını göstermektedir. Tam da bu noktada Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtları, küresel fay hatlarının uçlarında bulunan Türkiye’nin kendi çıkarlarını ve buna bağlı stratejilerini değişen şartlara göre ayarladığını göstermektedir. Yalnızlaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde böylesi adımların atılması, şartları yeniden şekillendirmekte, yeni ittifaklara zemin hazırlarken, geleneksel müttefiklere de Türkiye’nin vazgeçilmezliğini kanıtlamaktadır. Barındırdığı bütün risklere rağmen Zeytin Dalı Harekâtı Türkiye’nin imkânları ölçüsünde kendisine yönelen tehditlere karşı durduğu bir adımdır ve Fırat Kalkanı Harekâtı ile beraber değerlendirildiğinde Türk dış politikasının geleceğinde daha realist bir çizginin hâkim olacağını gösterir niteliktedir.

___

Bu yazı 08.02.2018 tarihinde Yeni Şafak Gazetesinde yayınlanmıştır: https://www.yenisafak.com/hayat/dis-politikada-realist-donusum-3109974

KÖRFEZ’DE KRİZ VE TÜRKİYE’NİN YAKLAŞIMI


Yeni bir çok değişkenli denklem gündemimizi meşgul ediyor: Katar krizi. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği körfez ülkeleri İran’la yakın ilişkiler kurduğunu ve teröre destek verdiğini öne sürerek Katar’a yönelik geniş çaplı bir ambargo başlattı. Krizi anlamlandırabilmek için Suudi Arabistan’ın bölgesel konumu, Körfez ülkelerinin dış politika anlaşmazlıkları, İran’ın bölgede artan faaliyetleri, ABD Başkanı Donald Trump’ın Suudi Arabistan ve İsrail’i ziyaret etmesi, İngiltere’nin Katar üzerindeki nüfuzu, Mısır’da cunta yönetiminin Müslüman Kardeşler ile imtihanı, Türkiye’nin özellikle Arap devrimleri dönemindeki duruşu ve dış politika anlayışı gibi değişkenleri hesaba katmak gerekiyor. Katar krizinin Türkiye’nin bölge politikası açısından önemli bir süreç olduğu âşikar. Nitekim Türkiye bunun bilincinde olarak kriz patlak verir vermez net bir biçimde Katar’ın yanında olduğunu belirti ve pek çok devletle temasa geçerek krizin çözümü için çaba sarf etmeye başladı.

Krizin İki Temel Sebebi

Krizin arka planında hassas hesapların yattığı spekülasyonunu yapabiliyorsak da ambargo koalisyonunun talepleri krizin iki temel sebebi olduğunu söylüyor: Katar’ın Suudi Arabistan’a rağmen İran ile yakın ilişkiler kurması ve başta Müslüman Kardeşler ve Hamas olmak üzere bölgedeki muhalif İslamcı hareketleri, ambargo koalisyonunun deyimiyle “terör örgütleri”ni desteklemesi. Katar geçtiğimiz yıllar içerisinde özellikle El Cezire televizyonu üzerinden yumuşak gücünü geliştiren ve bölgede statükoyu sarsıcı işlere imza atan bir aktör. Bununla beraber Arap devrimlerinin başından beri de muhalif gruplara destek veriyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler’i, Filistin’de Hamas’ı, Suriye’de farklı muhalif grupları desteklediği biliniyor. Bütün bunların üzerine bölgede yeni bir gücün ortaya çıkmasını engellemeyi dış politikasında amaç edinen Suudi Arabistan’ın varlığına rağmen, dış politikada denge arayışı çerçevesinde Türkiye ve İran ile kurduğu rahat ilişkiler ile diplomatik kartlarının sayısını artırıyor. Katar’ın bu yaklaşımı doğal olarak bölgede özellikle Suudi Arabistan ve İsrail açısından korunması önem arz eden statüko için tehdit teşkil ediyor.

Peki, bu kriz Türkiye için ne anlama geliyor? Arap devrimlerinin başlangıcı Türkiye ve Katar arasındaki ilişkilerin güçlendiği bir dönemin de başlangıcıydı. Bu süreçte Türkiye’nin imajı bölgedeki muhalif aktörler için örnek teşkil etmiş, Türkiye de bunun bilincinde olarak statükonun değişimine destek vermişti. Benzer şekilde Katar da hem devlet hem de devlet dışı kurumları ve medyasının da büyük katkısıyla değişim rüzgârına katkı sunmuştu. Türkiye ve Katar bu dönemdeki tutumları dolayısıyla uluslararası alanda “değerli bir yalnızlığı” paylaşmışlardı. Arap devrimleri sürecindeki değişim trendi, Mısır’da seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin darbe ile iktidardan düşürülmesi ile sekteye uğramış, Suriye’de küresel ve bölgesel aktörlerin devreye girerek Esed rejimini hayata bağlaması ile de tamamen çıkmaza girmişti. Bu olumsuz gelişmeler sonrasında Katar daha hesaplı bir biçimde de olsa muhalif gruplara desteğini sürdürmüş, pek çok muhalif isme ev sahipliği yapmaya başlamıştı. Görünen o ki, Katar’a uygulanan ambargo ile “Arap Baharı”nı ortaya çıkaran zeminin ortadan kaldırılması amaçlanıyor.

Güvenilirliğini Artıracak

Arap devrimleri döneminde muhalif grupları destekleyen aktörlerden birisi olan Katar’a uygulanan ambargo Türkiye tarafından ciddiyetle karşılanmak durumundaydı zira Türkiye’nin Katar gibi bu süreçte muhalif gruplara destek verdiği bilinen bir gerçekti. Türkiye’nin ilkesel olarak benzer dış politika anlayışını benimsediği Katar’a bu süreçte destek vermesi kendi duruşu ve imajı açısından tutarlı olmasının bir gereği. Politika yapıcıların kriz yönetimini benzer bir süreçle Türkiye’nin de karşılaşabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak yürütmenin sağlıklı sonuçlar vereceğini düşünerek hareket etmeleri anlaşılabilir bir tutum. Türkiye’nin Katar’ın yanında durması kendi tezlerinin arkasında durması anlamına da geleceği için değerlidir. Bununla beraber Türkiye’nin müttefikinin yanında durması kriz sonrasını göz önüne alırsak bölgedeki diğer aktörler nezdindeki “güvenilir müttefik” imajına da olumlu katkı yapacaktır.

Dış politika yapımı çok değişkenli ve çok katmanlı bir süreçtir. Özellikle Ortadoğu gibi denklemlerin anlık değişebildiği kaygan bir zeminde pek çok faktörü göz önüne alarak adım atmak önem arz ediyor. Katar’ın şu anda en güvenilir müttefiki konumunda olan Türkiye’nin bu ülkeye destek verirken çok farklı senaryoları, farklı aktörlerle ilişkilerini, bugünü olduğu kadar yarını da düşünmesi gerekiyor. Bölgedeki İran yayılmacılığını dengelemede katkı sunma potansiyeli çok yüksek olan Suudi Arabistan ile ilişkilerin en az zararla atlatılması başta Suriye iç savaşı olmak üzere pek çok konuda Türkiye’nin elini rahatlatacaktır. Bu anlamda yakın zamanda düzelen ilişkilerin tekrar zarar görmesi Türkiye açısından istenmeyen bir durumdur. Türkiye’nin mezhep ayrımı gözetmeyen dış politika söylemi bu süreçte en önemli silahı olarak karşımıza çıkıyor. Süreci İran-Suudi Arabistan geriliminin angajmanına girmeden yürütebilmek krizin çözümüne katkı sunacağı gibi, yeni ittifaklara kapı aralayabilir ve Türkiye’nin elini güçlendirir.

___

Bu yazı 16.06.2017 tarihinde Yeni Şafak Gazetesinde yayınlanmıştır: https://www.yenisafak.com/hayat/korfezde-kriz-ve-turkiyenin-yaklasimi-2722934


29 Mayıs 2018 Salı

HDP’Yİ KONUŞMADAN YENİ TÜRKİYE KONUŞULMAZ


Hızla başkanlık ve meclis seçimlerine doğru ilerliyoruz. Bir süredir fiili olarak tecrübe ettiğimiz sistem değişimi 25 Haziran sabahı resmiyet kazanmış olacak ve Türkiye’yi nelerin beklediğini hep birlikte müşahede edeceğiz. Türkiye’de siyasetin olağanüstülüklerle örülü doğasının bir sonucu olarak her seçimin hayati bir önemi olagelmiştir, fakat 24 Haziran seçimleri siyasetçilerin atfettiği önem bir yana, başkanlık sistemine ilk adım olması hasebiyle ayrı bir öneme haiz. Seçimler ekseninde süren yoğun gündem içerisinde, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) seçimlerde göstereceği performans üzerine ciddi biçimde kafa yorulmadığını söylemek isabetli bir tespit olsa gerek. Oysa Türkiye’de orta ve uzun vadede siyasetin seyrini, daha da önemlisi toplumsal hayatın dinamiklerini etkileyecek sonuçlar doğuracak bir öneme sahip bu performans.

Çözüm süreci boyunca toplumsal tabanını konsolide edip genişletmesi dolayısıyla PKK ve onun siyasal kanadı olan HDP’nin kısa vadede sürecin kazananı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkiye’nin toplumsal ve siyasal sorunlarının dönüşümü için bir imkân olan çözüm sürecinin bitişi pek çok sebebe bağlanabilir. Bunlardan birisi de PKK’nın bu imkânı siyasal rant elde etme hevesine kurban etmesiydi. PKK kendisini sürecin mimarı olarak lanse etmeyi başardı ve bu söylem genişleyen PKK tabanında karşılık buldu. Başından beri sürecin öznesi konumunda olan AK Parti iktidarının ve iktidara yakın çevrelerin bu noktayı gözden kaçırdığını tespit etmemiz gerekiyor. Sürecin kazanımlarını kendisine bağlayan PKK’nın siyasal alanda oylarını artırmasının bir neticesi olarak 7 Haziran 2015 seçimlerinde %10 barajını aşan HDP, 1 Kasım 2015’te bu başarısını yineledi.

24 Haziran HDP İçin Dönüm Noktası

1 Kasım, HDP’nin siyaset kurumu içerisinde kalıcı bir aktör olmanın sinyallerini verdiği bir meclis aritmetiği doğurdu. Bu tarihten sonra yaşanan olaylar ise bu tespitin doğrulanabilmesi için bir süre daha beklememiz gerektiğini düşündürüyor. Çözüm sürecinin sona ermesinin akabinde başlayan hendek operasyonları Türkiye’nin PKK ile mücadelesini farklı bir boyuta taşıdı ve bu yeni durum HDP’nin geleceği hakkında soru işaretlerinin oluşmasına yol açıyor. Dağlarda devam eden mücadelenin şehirlere inmesinin bölge halkı için travmatik bir deneyim olduğu aşikâr. Devletin hendek operasyonları boyunca gösterdiği sivillere yönelik hassasiyet ve operasyonların sona ermesinden sonra ivedilikle uygulamaya koyduğu rehabilitasyon programı PKK’nın kendi kitlesi nezdindeki imajını zedeledi. Bu zedelenmenin ilk somut sonuçlarını başkanlık referandumunda gördük. Ak Parti’nin 1 Kasım’daki oy artışı ile beraber ele alındığında sonuçlar PKK siyasetinden doğan memnuniyetsizliğin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Hendek operasyonları sonrasında belediyelere atanan kayyumlar da HDP açısından göz önünde bulundurulması gereken bir başka faktör. HDP tarafından bir süredir işlevsizleştirilen yerel yönetimler kayyum belediye başkanları ile ivme kazanan bir çalışma pratiği içerisine girdiler. Kayyumların başarılı işlere imza atması HDP'nin oylarını düşürme potansiyeline sahip.

25 Haziran sabahı haritada göreceğimiz renkler PKK çevresinin siyasal sistem içerisindeki kalıcılığını gösterecek. Zira bu seçimler HDP’nin 1 Kasım’da meclise girişinden sonra performansını ölçebileceğimiz ilk test niteliğini taşıyor. Bu noktada HDP’yi bir süredir konuşmadığımız gerçeğine dikkat çekmekte fayda var. 7 Haziran’da güçlü bir imaja sahip olan HDP özellikle Selahattin Demirtaş ve önde gelen siyasetçilerinin gözaltı süreci ile gündemden düştü. Bununla beraber kamuoyu sınır içi ve sınır ötesi askeri operasyonlar ile zayıflatılan PKK’ya da neredeyse Türkiye’nin bir dış politika meselesi gibi yaklaşıyor. İşte bu durum siyaset analizcilerinin ve belki de seçim araştırmacılarının işini çetrefilli kılıyor. Gündemde diğer partiler kadar yer edinmeyen bir partinin seçimlerde nasıl bir performans sergileyeceğini kestirebilmek kolay değil.

HDP’nin Seçim Performansının Muhtemel Etkileri

HDP’nin barajı geçmesi ve geçmemesi ne anlama gelir? Barajı geçen bir HDP, parti olarak girip barajı geçtiği üst üste üçüncü seçim sonrasında Türk siyasetinin ana aktörlerinden birisi konumuna gelecektir. Çözüm sürecinde tabanına kabul ettirdiği algıları sürekli kılabilmiş olmanın rahatlığı ile Kürt meselesi özelindeki tekelini devam ettirme potansiyelini elinde bulunduracak, muhalefetteki varlığını perçinleyecektir. Bu durumda gelecekte Kürt meselesine dair muhtemel çözüm girişimlerinin seyrini HDP’den bağımsız düşünmek mümkün görünmüyor. Kesin olan bir şey varsa o da PKK’nın bölgede kendi inşa ettiği statükonun kilit aktörü konumunda bulunacağıdır.

HDP’nin baraj altında kalması ise 7 Haziran seçimleri öncesinde başlattığı siyasal açılımın başarıya ulaşmadığı, kendisine oy veren farklı kesimlerin beklentilerini karşılamadığı, dolayısıyla daralan bölgesel bir konuma yerleştiği anlamını ihtiva edecek, iktidarın çözüm sürecinin bitişiyle yürüttüğü politikaların HDP tabanı nezdinde belirli ölçülerde de olsa kabul gördüğünü gösterecektir. Nitekim %1 civarında bir oy kabı dahi HDP’nin baraj altında kalmasına sebep oluyor. HDP meclise giremezse siyaset kurumu bölgedeki yerleşik algı ve yapıları dönüştürme noktasında bir imkâna –olumlu veya olumsuz sonuçlarından bağımsız olarak- kavuşacaktır. Bölgede en kuvvetli ikinci parti olan Ak Parti bu illerdeki milletvekili sayısını artıracak ve bölgedeki ana siyasi aktör olacaktır. Burada görece tali bir mesele olsa dahi HDP’nin baraj altı kalmasıyla Ak Parti’nin mecliste elde edeceği sayısal üstünlüğü de bir kenara not etmek lazım.

Muhalefetin HDP Açmazı

Muhalefet partileri açısından değerlendirildiği takdirde HDP’nin barajı geçebilecek oranda oy alması hem Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın kazanamama ihtimalini güçlendireceği hem de meclise girebilmesi durumunda iktidarın sandalye sayısını düşüreceği için hayati önem taşıyor. Bu sayısal değerler bir yandan HDP’yi muhalefet partilerinin Erdoğan ve Ak Parti karşısında stratejik ve vazgeçilmez bir müttefiki kılarken, HDP’nin geniş kitleler nezdindeki olumsuz imajı da onu ittifak kurulamaz bir aktör pozisyonuna sokuyor. Kabul edelim ki yüzde elli barajını HDP gibi bir siyasi hareketin oy desteği olmadan aşmak mümkün değil. En azından matematiksel olarak Erdoğan’ın bu bandı geçememesi için HDP’ye ihtiyaç var. Ancak HDP ile görünür bir ittifak altında bir araya gelen bir partinin kendi seçmen kitlesini kaybetme ihtimali oldukça yüksek. Bu minvalde HDP, muhalefet partilerinin belki de en ciddi açmazlarından birisi. Tabiri caizse ne HDP ile oluyor, ne de onsuz.

Barajı aşıp aşmaması önemli etkilere gebe olan HDP’yi ciddiyetle takip etmek gerekli. Bu konu partilerin iktidar yarışı için önemli, ancak gündelik siyaseti aşan boyutları nedeniyle seçim atmosferinin dışında da üzerine eğilmemiz gereken bir konu. Muhalefet için HDP’nin vazgeçilmezliği açık. Özellikle Güneydoğu’da HDP ne kadar fazla oy kazanırsa Ak Parti o kadar kaybeder. Ak Parti’nin ise HDP’nin birinci parti olduğu illerdeki çalışmaları hem kendisinin hem de HDP’nin geleceğini belirleyici potansiyele sahip. O halde Ak Parti’nin cevaplaması gereken esas soruyu soralım: HDP’nin barajı geçmesi bu kadar önemliyken MHP ile kurulan Cumhur İttifakı HDP seçmenini ikna edebilmek için neler yapıyor, neler yapmalı?

18 Nisan 2017 Salı

SİVİL SATHI MÜDAFAA ETMEK

Yazıya bir klişe ile başlayalım: Ak Parti’nin iktidara gelmesi Türkiye’de siyasal ve toplumsal alanda önemli değişimlerin kapısını araladı. Bu cümlenin tezahürleri uçsuz bucaksız bir alana denk düşer. Türkiye Ak Parti iktidarı döneminde bu cümlenin altını dolduracak pek çok şeyi tecrübe etti, etmeye devam ediyor. Toplumun İslâmi kesiminin ya da muhafazakârların iktidar ile tanışması bu kesim için yeni bir maceranın başlangıcıydı. Bir başka klişe ile belirtmek gerekirse İslâmi kesimin iktidar ile imtihanına şahitlik ediyoruz. “İktidar ile imtihan olmak” tabirinin siyasetin alanına giren bütün olgulara temas etmesi ve Türkiye özelinde siyasi olanın anbean genişlemesi büyük bir tartışma zeminini bu tabirle müsemma kılmakta, bu tartışmaların her birine kısaca değinmek dahi bu yazının maksadını aşmaktadır. Bahsi geçen dönemde İslami camianın iktidar ile kurduğu ilişkinin sivil alana etkileri üzerine tefekkür etmenin önem arz ettiği kanısındayız.

Bu aşamada sivillikten/sivil alandan kastımızın ne olduğunu açıklamakta fayda var. Sivillik, bir iktidar otoritesi altında yaşamaya rağmen bu otoriteden bağımsız hareket edebilmek, iktidar ile ilişkilerini iktidarın belirli özelliklerinin bilincinde olarak sürdürebilmek ve bu bilinç dolayısıyla iktidarın davranışları ve iktidardan beklentileri dolayısıyla duygusal sarsıntılar ve ilkesel kayıplar yaşamamak anlamına gelmektedir. Bahsi geçen sivillik modern sivil toplumun sınırlarını aşan bir kavramdır, bir alanın sınırlarını çizmekle kalmaz, bir duruş beklentisi içine girer. Bu anlamda sivillik, maslahat gözetmek adına vicdan ve reel politik arasına sıkışıp kalmaktan kaçınmak, sivil olduğu halde otorite gibi düşünmemek, iktidarın etki alanına kendi bağımsızlığına halel getirmeyecek mesafede durmak, ilgili durumlarda iktidar ile arasına sınır çizebilmektir.

Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle devlet ve toplum karşılıklı bir dönüşme ve dönüştürme sürecinin içerisine girdi, devlet ve toplumun farklı kesimleri arasındaki ilişkiler –bütün eksikliklerine rağmen- normalleşti. Bu süreç İslâmi camianın devlet ile ilişkilerinin seyrinin doğal olarak daha olumlu bir yönde değişmesini sağladı. Özellikle düşünce özgürlüğü ve fırsat eşitliği gibi alanlarda müspet gelişmeler oldu. Bu değişim sürecinin yazının konusu açısından kayda değer iki etkisi vardır. Birincisi, İslami hassasiyetleri olan bir iktidar partisinin yönettiği devletin doğal olarak İslamileşmesi beklentisi ve algısı oluştu ve bu algı neticesinde bu camianın zaten sahip olduğu “devletçi” refleksler yeniden güçlendi. Otorite kavramının hayati önem taşıdığı bir coğrafyada İslami kesim ile barışan bir devletin el üstünde tutulmaması beklenemezdi. İkincisi de, İslami camia özelinde iktidar ve sivil alanın sınırları bulanıklaştı, Türk siyasi hayatında sivilliği tartışmalı olan sivil alan giderek daraldı. İktidar ve İslami camianın kurduğu bilinçli ve belki de kaçınılmaz mutualist ilişki sivil alanın sınırlarını buğulandırdı.

Bahsettiğimiz iki husus birbiriyle bağlantılı olarak sivil alanın iktidar alanına giderek yakınlaşmasına, bir anlamda iktidara bağımlı olmasına yol açtı. Türkiye gibi siyasallaşmanın yüksek düzeyde olduğu bir ülkede sivil alanın iktidar ile ilişkisinin eşitler arasındaki bir ilişkinin özelliklerine sahip olmasını beklemek gerçekçi olmasa gerek. Siyasetin hem reelde hem de algılar düzeyinde olağanüstülüklerden bir türlü yakasını kurtaramadığı, devletin ve iktidarın beka sorunlarının muhatabı olduğu bir ortamda iktidar ile ilişkisini sağlıklı kuramamış bir sivil toplumun siyasetin varlığına en ağır biçimde maruz kalması kaçınılmazdır. Böyle bir ortamda siyasal irade sivil alana da rakipsiz bir güç olarak nüfuz edebilmektedir. Hal böyle olunca “sivil aktörler” çoğu zaman kendi iradeleri ile iktidarın nüfuzunu güçlendirmekte, sivil kapasitelerini bağımlı kılmakta ve zayıflamaktadırlar. Bununla beraber iktidar ile anlaşmazlıkların baş gösterdiği durumlarda kendilerini koruma güdüsünün de etkisiyle bu güç dengesizliği altında ezilmekte, sivil bir duruş sergileyememektedirler.

O halde sivil aktörlerin iktidar ile nasıl bir ilişki kurması gerektiğini başlangıçta yaptığımız sivillik tanımını göz önünde bulundurarak düşünmeliyiz. Sivilliğin en önemli özelliği iktidar otoritesinden bağımsız hareket edebilme kabiliyetidir. Bu kabiliyet ve kapasiteye sahip olması iktidar ile kurduğu ilişkinin mahiyetine bağlıdır. İktidarın siyasal bir mevki olduğunun bilincinde olmak sivil toplumun davranışlarını belirlemesine iki düzeyde katkı sağlayacaktır. Birincisi, siyasal partiler doğası gereği girdikleri seçimleri kazanmayı amaçlarlar ve buna göre davranırlar. İkincisi, reel politiğin özellikle uluslararası arenada aktörlerin karar ve davranışlarını belirleyici bir faktör olduğu gerçeğidir. Bu iki kural bize iktidarın kararlarının/davranışlarının dönemsel olarak değişebileceği haberini verir. Bunun bilincinde olmak sivil toplumun iktidara yaklaşımında belirli sınırları korumasını sağlar ve iktidarın davranışları sonucunda ilkesel ve duygusal sarsılmalar geçirmesini önemli ölçüde azaltır. Duygusal sarsıntıların asgari düzeye indirilmesi iktidarın sınırlılıklarının bilincinde olarak, hakkaniyetten ödün vermeksizin bağımsız bir duruş sergilemeye yöneltirken, ilkesel anlamda bir duruşa sahip olmak da devletçi reflekslerden beri durarak hakkaniyet çerçevesinde sivilliğin dışa vurumunu sağlar.

İktidar ve sivillik gibi kapsamlı konuları bu denli kısa bir yazıda bütünüyle ele almak mümkün değil. Bizim buradaki amacımız konunun özellikle sivil toplumu ilgilendiren bir tarafını sınırlı çerçevede ele almaktan öteye geçmiyor. Türkiye’de İslami camianın iktidar ile kurduğu ilişki ve bu ilişki süresince ne ölçüde sivil kalabileceği meselesi iktidar ile imtihanın önemli bir kısmını teşkil ediyor düşüncesindeyiz. Buradan hareketle “Sivillik bizler için neden önemli?” sorusunu sormanın gerekliliğine inanıyoruz. İktidarı denetleme gibi bir görevimiz varsa -ki emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker ilkesince böyle bir görevimizin olduğu kanaatindeyiz- iktidar ile sağlıklı bir ilişki kurmamız gerekmektedir. İktidar ile sağlıklı ilişki kurabilmenin yolu bizce sivil sathı müdafaa etmekten geçmektedir. Sivil sathı müdafaa etmeyi başaramadığımız takdirde iktidarın davranışları üzerinde yönlendirici etkimizin olması güçleşecektir.

___


Bu yazı 01.04.2017 tarihinde Ukba Dergisi’nde yayımlanmıştır. http://ukbadergisi.com/2017/04/sivil-sathi-mudafaa-etmek/

2 Ocak 2017 Pazartesi

MEDENİYET Mİ? ÖYLEYSE İKTİSAT!

Modernleşme serüvenimizin seyri ve İslâm dünyasının sosyo-politik durumu medeniyet temalı tartışmaların haklı olarak gündemimize daha çok girmesini zorunlu kılmakta, Türkiye özelinde İslâmî kesimin devlet ve iktidar ile imtihanı süresince karşılaşılan durumlar kadim medeniyet sorunlarımıza referansla konu üzerine artan biçimde mesai harcamamıza vesile olmaktadır. Güncel gelişmelerden kronikleşen problemlerimize kadar pek çok meselenin medeniyet kavramı çerçevesinde farklı düzeylerde tartışılması, bu kavram etrafında bir farkındalık oluşması açısından önem arz etmektedir. Siyasetten ekonomiye, toplumsal olaylardan ilmi meselelere kadar pek çok mecra medeniyet tartışmalarının merkezinde bulunmakta ve siyasetçilerden ilim adamlarına kadar pek çok aktör bir medeniyet inşasının, daha doğrusu medeniyetin yeniden inşasının elzemliğinden dem vurmaktadır. Medeniyet tartışmalarının kamusallığından cesaret alarak ve kapitalizmin çok boyutlu yıpratmalarından hareketle medeniyet tasavvurlarımızın iktisâdî boyutuna dair bir sesli düşünme çabasına girişmenin anlamlı olacağı kanaatindeyim.

Lütfi Bergen yerlilik konusunu ele alan “İsyandan Dirliğe: Anadolu’da yerli Olmak” başlıklı makalesinde İslâm medeniyeti örneğinden yola çıkarak bir medeniyetin inşasında hedeflenmesi gereken üç amaçtan bahseder. Bir medeniyetin üç alana yönelik değişim iddiası taşıması gerekir. Medeniyet öncelikle ahlâk ve adalet noktasında yeni bir tavır ve inanış ortaya koyar. Bunu takiben ve buna binaen bir iktisâdî biçim geliştirir. Nihayet, buradan hareketle de bir millet inşa eder. İslâm medeniyeti bu üç hususta değişim iddiasına sahip olmuş ve bu değişimi başarmıştır. Müslümanlar vahyin ışığında Mekke toplumunun ahlâk ve adalet anlayışına karşı İslâm ahlâkını ve adaletini tesis etme çabası içerisinde olmuşlardır ve bunu Medine’de başarmışlardır. Akabinde Medine’de İslâm’ın emir ve yasaklarını gözeten, ticaretin kapitalist hırs yüklerinden kurtarıldığı bir İslâm pazarı kurulmuştur. Bu pazar ile Müslümanların hâlihazırda Medine’de bulunan Yahudi pazarının insafına bırakılmaması sağlanmış, ayrıca Mekke’deki kapitalist iktisâdî anlayışa bir alternatif sunulmuştur. Bu iktisâdî modelin uygulandığı Medine’de ümmetin nüvesi olan İslâm milleti vücuda gelmiş, böylece bir medeniyetin taşıması gereken üç iddia da yerine getirilmiştir.

Cengiz Kallek, Sosyal Servet: İslâm’da Yönetim-Piyasa İlişkisi başlıklı eserinde Medine’de kurulan müstakil pazarın üç temel özelliğinin altını çizer. Bunlardan ilki pazarın geniş ve açık bir alanda kurulmuş olmasıdır. Bu sayede pazar alanının genişlemesine, daha fazla tüccarın pazara girebilmesine zemin hazırlanmıştır. Ayrıca bu geniş alanda insanlar fiziki olarak sınırlandırılmamakta, rahat hareket edebilmekte, dolayısıyla alış veriş bir mücadele/rekabet alanına dönüşmemektedir. Pazarın ikinci özelliği tüccarlardan vergi alınmamasıdır. Bu şekilde fiyat artışının önüne geçilmiş, Müslümanların zorlanmadan mal alabilmeleri, Müslüman tüccarların geçimlerini sağlayabilmeleri ve pazarın diğer pazarlar ile rekabet edebilmesi sağlanmıştır. Üçüncü özellik, pazarda hiçbir tüccarın yerinin sabit olmamasıdır. Bu kural vesilesi ile pazar içerisinde belirli bölgelerin değerlenmesi ve buralardan rant elde edilmesi önlenmiştir. Ayrıca pazar alanına erken gelen tüccarın dilediği yere tezgâhını kurabilecek olması tüccarların tembelliğe düşmesini de engellemiştir.

İslâm’ın ilk döneminde ortaya konulan medeniyet tasavvuru iktisâdî düşünce, eylem ve sistemin bir medeniyetin en temel sacayakları arasında yer aldığını açıkça göstermektedir. Öyleyse, önemli soruyu soralım: bugünkü medeniyet tasavvurumuz nasıl bir iktisâdî sistem barındırıyor? İslâm, bizden harfi harfine belirlenmiş bir iktisat anlayışına uymamızı beklemiyor; belirli kurallar ile bir çerçeve çizme noktasında bize yol açıyor. Vahyin ışığında inşa ettiğimiz ahlâk ve adalet anlayışımızdan da hareketle kendi gerçekliklerimizi gözeten bir iktisâdî sistemimiz olabilir. Yukarıda anlattığımız iktisâdî sistem Medine’de kurulan İslâm devletine özgü olmakla birlikte bizim için bir model teşkil etmektedir. Tarihte farklı İslâm devletleri kendi gerçeklikleri doğrultusunda sistemler kurmuşlardır. Mesela tımar sistemini merkeze alan iktisâdî sistem Osmanlı medeniyetinin yapı taşlarındandır.

İslâm toplumlarının modernleşme serüvenlerinin Batı endeksli gelişimi belki de en açık biçimde iktisat alanında görülmektedir ve kesin olarak söyleyebiliriz ki Müslümanlar kapitalizm ile ciddi bir imtihan içerisindedirler. Sezai Karakoç, İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü eserinde İslâm toplumlarının ekonomik sistemlerinin batıdan menşeli olduklarını, bundan dolayı da bu sistemlerin İslâm dünyasına özgü toplumsal gerçekliklerden kopuk olduğunu belirtmektedir. Farkında olarak veya olmayarak -çoğu zaman da olmayarak- insanı değil de eşyayı ve iktisâdî gelişmeyi önceleyen kapitalizmin bizi tüketmesine müsaade ediyoruz. Sahip olduğumuz ahlâk-adalet anlayışının ya da bu anlayıştan geriye kalanın kapitalist iktisâdî zihin ile çatışmasına şehadet edebilmemiz, farkındalık sahibi olmamız, “İslâmî olmayan” bu iktisâdî modeller ile vicdanımız arasında sıkışıp kalmamızı engelleyebilecek çıkış yolu olabilir.

Daha fazla kazanmayı, bunun için daha fazla üretmeyi, ürettiğini tüketmeyi, satabilmek için çeşitli şekillerde sömürmeyi hedefleyen; bütün bunları yaparken şükür, kanaat, helal, güven, israf gibi bize ait olan kavramları yerle yeksan eden kapitalizm kazanmak ve kazanmak için tüketmek uğruna bizleri tüketmiyor mu? Geçimimizi sağlayabilmek için çalışıyor, kazandığımızı “üretilmiş” ihtiyaçlarımıza harcıyor, modayı ve teknolojiyi takip edebilmek üzere kendimizi paralıyor, alışveriş merkezlerinde zamanın nasıl geçtiğini dahi fark etmeden ömrümüzü tüketiyoruz. Marka takıntısı, alışveriş hastalığı, boş zaman, avm, kriz gibi kavramların hayatımızda kapladığı alana bakınca tüketirken tükendiğimizi fark etmiyor muyuz? Kapitalist akıl yalnızca iktisâdî anlamda kuşatmıyor bizleri, aynı zamanda bir siyasallar, sosyallikler, değerler bütünü dayatıyor. “Biz” kavramının karşısına kendisinden öylesine emin bir “ben” çıkarıyor ki, o “ben”in albenisine kapılıp yerliliğimizi parsel parsel kaybediyoruz. Kredi kartlarının sunduğu alım gücü ile geleceğimizi tüketiyor, boğazımıza kadar faize batıyor, kredi derecelendirme kuruluşları vasıtasıyla susturuluyoruz. Ne diyordu Henri See: “Kapitalizm, biçimlenmeye başladığı dönemden bu yana, bir yandan, bir ekonomik örgütlenme biçimi olarak modernlik sürecinin kurumsallaşmasına katkıda bulunmakta, bir diğer yandan da, kendi zihniyetini üreterek modern dünyadaki yaşam biçimlerinin kendi ilkeleri doğrultusunda kodlanmasını talep etmektedir.”

Tevhid, adalet ve ihsanı merkeze alarak, temeli İslâm tarihinde var olan iktisâdî aklı rehber edinip günün şartlarını ilkeler çerçevesinde gözeten, hayatımızı anlamsız tüketim döngüsünden çıkarıp yeniden anlamlı kılacak, bizleri tüketmeyecek bir iktisâdî sistem için çabalamak bir medeniyet tasavvurumuz var ise eğer ve bu tasavvuru hayata geçirebileceksek hayatidir. “Nasıl bir iktisat?” sorusuna cevap vermenin hayli güç olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmakla beraber “nasıl bir iktisat değil?” sorusuna cevap verebilmenin daha kolay olduğunu söylemek gerek. Daha kolay, çünkü günlük iktisâdî tecrübelerimizin farkında olmak bile pek çok cevap anlamına geliyor. Öyleyse kendimize şöyle bir bakmaya ne dersiniz?

Okuma Önerileri

Bergen, Lütfi (2010). “İsyandan Dirliğe: Anadolu’da Yerli Olmak”. Hece Dergisi Özel Sayı: Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik. Sayı 162/162/164. İstanbul: Hece Yayıncılık.

Curtis, Neal (2015). İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi (Mehmet Ratip, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.

Eğri, Taha, Oğuz Karasu, Necmettin Kızılkaya (2014). İslam İktisadını Yeniden Düşünmek. İstanbul: İgiad Yayınları.

Kallek, Cengiz (2015). Sosyal Servet: İslâm’da Yönetim-Piyasa İlişkisi. İstanbul: Klasik Yayınları.

Karakoç, Sezai (2012). İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü. 12. Baskı. İstanbul: Diriliş Yayınları.

Okumuş, Muhammed Yâsir (25 Aralık 2015). “Kapitalist Demokrasi ve Dogmatik Bireyselcilik”. Ukba Dergisi. http://ukbadergisi.com/2015/12/kapitalist-demokrasi-ve-dogmatik-bireyselcilik/.

See, Henri (2000). Modern Kapitalizmin Doğuşu (Turgut Erim, Çev.). İstanbul: Yöneliş Yayınları.

___

Bu yazı 01.01.2017 tarihinde Ukba Dergisi’nde yayımlanmıştır. http://ukbadergisi.com/2017/01/medeniyet-mi-oyleyse-iktisat/

22 Kasım 2016 Salı

SPEKÜLATİF BİR DENEME: BİZ TRUMP’I SEVMEDİK (Mİ?)

"Hiçbirimiz bu sonucu beklemiyorduk.” Oyların sayılmasında sona yaklaşılırken BBC ekranında sıklıkla tekrar edilen cümle buydu. Dünyanın dikkatle takip ettiği seçimlerin sona ermesiyle Donald Trump Amerika Birleşik Devletleri'nin 45. başkanı seçildi. Anketlerin önemli kısmının öngör(e)mediği bu sonucun ne anlama geldiği üzerine ilerleyen günlerde pek çok yazı yazılacaktır. Türkiye'de artan Trump sempatisi –sempati kelimesinin problemli olduğunun farkında olmakla birlikte, bunu göreceli bir tercih çerçevesinde kullanıyorum- ise üzerinde ayrıca düşünülmesi gereken bir durum. İlerleyen günlerde bu sempatinin artıp/azalacağını göreceğiz, ancak bugünkü durumu anlamak için Hillary Clinton ve Donald Trump figürlerinin Türkiye kamuoyunun hafıza ve vicdanındaki izdüşümlerine bakmak gerekiyor.

Hillary Clinton, Türkiye'nin yakından tanıdığı bir isim. Eski başkan Bill Clinton'ın eşi ve birinci Obama döneminin dışişleri bakanı. Demokrat Parti'nin başkan adayı olması siyasal duruşu hakkında üç aşağı beş yukarı bir fikir veriyor olmalı. Obama döneminin büyük oranda devamı niteliğinde bir başkanlık vadeden Clinton bu açıdan Türkiye ve daha geniş manada Ortadoğu için Obama tipolojisini pek de aşamadı. Arap Devrimlerinin başlangıcından beri ABD'nin bölge politikaları dile getirmekten ve dayatmaktan çekinmediği değerlerini taşıyamayacak kadar ikiyüzlü idi. Özellikle Obama dış politikasının Mısır'daki darbeye ve Suriye'deki iç savaşa yaklaşımı bölge halkları açısından tam bir hayal kırıklığı oluşturdu. Bu coğrafya açısından Clinton ismi bu “ikiyüzlü” çizgiyle hemhal olmak gibi bir dezavantaja sahip.

KESKİN ÇIKIŞLARIN BAŞKANI

Başkan adaylığı sürecinde tanıdığımız Donald Trump, içimizi ürperten keskin çıkışları ile dikkat çeken bir isim. ABD'deki azınlıklar hakkındaki ırkçı söylemleri uzun süre dünya kamuoyunun gündemini işgal eden Trump, bu açıdan bakıldığı zaman Türkiye'de olumsuz bir imaja sahip(ti). Özellikle Müslümanlara dair İslâmofobik açıklamaları bizim açımızdan önem arz ediyor. Amerika'da yaşayan Müslümanlar için olduğu kadar, Ortadoğu'nun içinden geçtiği sıkıntılı günlerde yeni Amerikan başkanının bu coğrafyaya ve Müslümanlara bakışı gelecek açısından önemli. Bu noktada Trump'ın durduğu yer pek de umut verici değil.

Bütün olumsuz söylemlerine rağmen Trump'ın popülaritesinin artması ise enteresan bir durum olarak yorumlanabilir. Bunun arkasında dört sebep olabilir. İlki, yukarıda bahsettiğimiz sebepler dolayısıyla Türkiye kamuoyunun Clinton'a yönelik ikiyüzlü algısının Demokrat Parti adayının hanesine eksi puan olarak yazılması. Clinton Türkiye'ye bir şeylerin değişeceği hissini vermekte başarısız oldu. Buna karşın Trump'ın avantajı muhtemelen şudur: açık ve net olması. Son zamanlarda sıklıkla duyduğumuz bir ifade bu: “Kartlarını açıkça ortaya koyan” bir Trump figürüne karşı “içi dışı bir olmayan” Clinton. Irkçılığını, İslâmofobikliğini gizleme ihtiyacı hissetmeyen, bunu mitinglerinde haykıran ve aldığı destek dolayısıyla belki de bildiğimiz ama dillendirmekten geri durduğumuz “Amerika'nın” yüzü Donald Trump.

Türkiye'de Amerikan başkan adaylarını konuşmak demek doğal olarak bu adayların Türkiye'ye bakışını konuşmak anlamına geliyor. Tam da burada Clinton ve Trump'a yönelik algıların kırılmasındaki ikinci etken sahneye çıkıyor: 15 Temmuz darbe girişimi. Batı'nın darbe sonrası takındığı ikiyüzlü tavır Türkiye'de şu sıralar Batı'ya bakışta pek çok şeyi değiştirmiş görünüyor. Özellikle “stratejik ortağımız” ABD'nin darbeyi kınamak bir yana, medya vs. üzerinden destekler nitelikte davranışlarda bulunması Türkiye açısından “yıkıcı” bir etki yarattı. Öyle görünüyor ki, 15 Temmuz iki başkan adayına bakışımızı ciddi manada etkiledi. Bir yanda 21 Temmuz'da New York Times'a verdiği röportajda darbeyi yanlış bulduğunu açıkça ilan eden ve darbe girişimini küçümsemeye çalışan iddiaları reddeden Donald Trump; diğer yanda net bir duruş ortaya koymayan, demokrasiye ve insan haklarına dair bir şeyler geveleyen, itidalli olma çağrısında bulunan Hillary Clinton. Bu husus Trump'ın imajını olumlu anlamda değiştirirken, Clinton algısına bir darbe vuruyordu.

FETÖ-CLINTON İLİŞKİSİ

15 Temmuz sürecinden söz açılmışken üçüncü noktayı dile getirmekte fayda var: Türkiye'deki başarısız darbe girişiminin arkasındaki FETÖ'nün Hillary Clinton ile ilişkisi. FETÖ'nün 2007 yılından itibaren Clinton kampanyasını maddi olarak desteklediği bilinen bir gerçek. Clinton ile Obama 2008 seçimleri öncesi Demokrat Parti'nin adayı olabilmek için birbirleriyle yarışırken FETÖ tarafını açıkça belirlemiş ve Clinton'a yüklü miktarda para bağışında bulunmuştu. FETÖ bu desteğini Trump karşısında da yineledi. Uluslararası medyanın bu iddialar merkezinde yönelttiği sorulara net bir yanıt vermekten kaçınan Clinton, ilginçtir ki bu iddiaları yalanlamadı da. Bu durumun Türkiye'nin Clinton algısı için nasıl bir kırılma yarattığını tahmin etmek güç olmasa gerek. Şu soruyu da soralım, muhtemel Trump kabinesinin savunma bakanlığı için öne çıkan isimlerden Michael Flynn'in Fethullah Gülen'in iadesine yönelik “umut verici” açıklamaları kimin imajına olumlu katkı sağlıyor?

Son husus Trump'ın bütün bir Trump karşıtlığına rağmen seçimleri kazanabilmiş olması. Amerikan medyasının, anket şirketlerinin, Hollywood yıldızlarının, hatta Google'ın Clinton'cı ve Trump karşıtı çalışmalarına rağmen kazanmayı başarmış bir Trump var karşımızda. Amerika'nın kabullenmekte zorlandığı bir gerçeği, görmezden geldiği karanlık tarafını kucağında bulması, ırkçı ve İslâmofobik bir figürün Amerikan başkanı olması bize ne hissettirmiş olabilir acaba? Amerikan rüyası sona mı eriyor diye sormadan edemiyor insan. Evet, Donald Trump Amerika Birleşik Devletleri'nin yeni başkanı. Seçim sürecinin başında Türkiye'deki pek çok kesim tarafından daha olumlu bir imaja sahip olan, en azından mevcut adaylar içerisinde ehven-i şer olarak nitelenen Hillary Clinton bu pozisyonunu koruyamadı. Buna karşın ırkçı ve İslâmofobik Trump'ın elle tutulabilecek tek bir özelliği var: net olması. Bütün bu yazılanlar ABD'deki seçimlerin neticesine İslâm dünyasının Türkiye'sinden bir bakış. Allah, ABD'deki Müslümanların yardımcısı olsun.

Şimdi, başlıktaki soruyu cevaplayalım. Trump'ı sevmedik ve fakat muhatabımızın kim olduğunu biliyoruz.

___
Bu yazı 21.11.2016 tarihinde Yeni Şafak Gazetesi'nde yayınlanmıştır: http://www.yenisafak.com/hayat/spekulatif-bir-deneme-biz-trumpi-sevmedik-mi-2567444

2 Ekim 2016 Pazar

TÜRKİYE'DE KUTUPLAŞMAYI TARTIŞMAK

Türkiye’de son birkaç yıldır farklı çevrelerce dillendirilen, kısa bir cümle var: “Kutuplaşıyoruz.” Cumhuriyet tarihimizin başından beri var olan sosyo-politik kırılma alanlarına bağlı olarak zıtlıklar üzerinden tepkisel kimliklerin inşası, kutuplaşma sürecinin başat damarlarından birisi olmakla beraber; siyaset mekanizmasının yaklaşımı doğrultusunda kutuplaşma kavramının kendisi, siyasi bir çatışma alanına dönüşmekte ve bu anlamda kutuplaşma yeniden üretilmektedir. Zıtlıklar üzerinden kurgulanan ve meşruiyet zemini kazanan kimlikler kutuplaşmaya teşnedir, zira bu kimlikler karşıtları var olduğu sürece yaşayabilirler. Bu sebeple, karşıtlığın sürekli üretimi, kutuplaşmanın sürekli desteklenmesi normalleşir. Kutuplaştığımız iddialarının çoğaldığı, kutuplaşma kavramının güncel siyasetimizde kendisine yer edindiği bir dönemde bu kavrama dair birkaç hususu dile getirmenin faydalı olacağı kanaatindeyim.

Siyasal anlamda kutuplaşma kavramı bireylerin farklı konularda belirli siyasi aktörlerle aynı safta yer almaları; bu konulara, belirli siyasal ideolojilerin çizdiği sınırlara riayet ederek yaklaşmaları olarak tanımlanabilir. Kutuplaşma kavramı hem bir konuda görüş ayrılıklarının olması durumunu hem de bu ayrılıklar arasındaki makasın açılması sürecini ihtiva eder. Kavramın bulduğu ilk karşılığını, yani bir durum olarak görüş farklılığının mümkünlüğünü göz önünde bulundurduğumuz zaman, Türkiye’de sosyo-politik kutuplaşmaların özellikle cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren var olageldiğini, bunun yeni bir durum olmadığını görebiliriz. Bugünkü tartışmalar büyük oranda kavramın bulduğu ikinci karşılık çevresinde şekillenmektedir. Kutuplaşmanın süreç boyutuna atıfla belirtilen görüşler kutuplaşmanın toplum hayatına yeni giren bir mefhum olduğu yönünde yanıltıcı bir sonuca ulaştırabilir. Nitekim bugünkü tartışmaların büyük bölümünde kutuplaşmadan ancak son birkaç yılda mustarip olduğumuz gibi yanıltıcı bir sonuç çıkmaktadır. Bu sonucun ortaya çıkmasındaki temel neden kavramı bütüncül bir biçimde anlamlandırma çabasının eksikliğidir.

Kutuplaşma eylemine dair dikkate alınması gereken önemli bir husus da bunun işteş bir eylem olduğu hakikatidir. İşteş eylemler birden fazla öznenin beraber veya karşılıklı olarak yaptığı eylemlerdir: savaşmak, barışmak vs. Birey tek başına kutuplaşamaz, kutuplaşabileceği en az bir kişiye daha ihtiyacı vardır. Toplumsal/sosyal bir varlık olan insan herkesle ortak düşünemez; karşıtlıklar insanın doğasının bir gereğidir. Buradan yola çıkarak kutuplaşmanın toplumsal hayatın bir gerçeği olduğunu söylememiz hiç de abartılı değildir. İnsanlığın tarihi aynı zamanda kutuplaşmanın tarihidir. Buna ek olarak Türkiye’de merkez-çevre, laik-muhafazakâr, Türk-Kürt eksenindeki sistem kaynaklı veya sistem tarafından beslenen toplumsal, sınıfsal, siyasal fay hatlarının kutuplaşma eğilimini normalleştirdiğine şahitlik etmekteyiz.

Kutuplaşma, siyaset mekanizması, toplum ve medya sektörü arasındaki girift ilişkiler ağının bir ürünüdür; birbiriyle ilintili olarak siyasal elitler ve kamuoyu düzeylerinde cereyan eder, medya aracılığı ile de desteklenir. Siyasal elitlerin, yani siyasetçilerin, siyasi partilerin farklı düşüncelere sahip olmaları ve bunları destekleyecek kitlelere ulaşmaları, onları inşa etmeleri normaldir; zira çoğulcu siyaset, farklılıkların varlığı ölçüsünde mümkündür ve siyasi aktörler meşruluklarını toplumdan almaktadırlar. Siyasi partiler kendi tabanlarının siyasi alana izdüşümleri niteliğindedirler ve fakat kendi tabanlarının ideolojilerini yaşatma ve dönüştürme imkânları vardır. Medya da çoğu zaman kutuplaşmayı destekleyici bir rol oynamaktadır. Medya kuruluşların kendi dünya görüşleri, ideolojik aidiyetleri çerçevesinde yayın yapmaları olağandır. Bununla beraber, bireyler ve gruplar da takip ettikleri medya konusunda seçici davranabilmekte, sadece kendi dünya görüşlerine yakın gördükleri medya organlarına güvenebilmekte ve bunları takip ederek kendilerine “steril” bir dünya oluşturabilmektedirler. İşte bu noktada bireylerin veya grupların takip etmeyi tercih ettikleri medya mevcut düşünceleri destekleyip, güçlendirmeye yardımcı olur.

Kutuplaşma konusunu ele alırken siyaset ve medyanın toplum ile karşılıklı bir ilişki içinde bulunduğunun, bunların birbirlerini besleyen unsurlar olduğunun farkında olmak gerekir. Sorunun sebeplerini ararken siyasi elitleri ya da medyayı suçlamak kolaya kaçmak; toplumsal birikimi, refleksleri, hafızayı, talepleri yok saymaktır. Kutuplaşmaya dair analizlerde bulunurken toplumun geçmişini, kültürünü ve sosyo-ekonomik özelliklerini, dini ve etnik çeşitliliğini, devlet-toplum ilişkilerini ve bu toplumu oluşturan grupların siyaset ve medyadan beklentilerini dikkatle hesaba katmak gerekir. Kutuplaşmanın toplum ayağını hesaba katmayan yaklaşımlar kutuplaşmaya sebep olan sözünü ettiğimiz arka planı göz ardı etmektedir. Eğer kutuplaşma bir sorun ise, bu sorun sadece siyasi aktörlerin ya da bir kutbun sorunu değil, toplumu oluşturan bütün kutupların sorunudur.

Kutuplaşma kavramı kutuplaşmaya dair söylemin ve eylemin kavramı yeniden ürettiği, onu meşrulaştırdığı ve bu şekilde ona uygulama alanı açtığı bir kavramdır. Kutuplaşmaya dair tek taraflı pozisyonlarımız, içinde kendimizi var ettiğimiz kutuptan diğerine bakışımızın dışa vurumu, diğer kutbu ötekileştirme çabası ve kutuplaşmaya çoğu zaman bilinç dışı bir katkıdır. Kutuplaşmaya dair durum değerlendirmelerinde bu tarz yaklaşımlarda fazlasıyla bulunulmakta, dolayısıyla aslında kutuplaşmayı besleyen düşünce ve davranışlar ortaya konmaktadır. Özellikle son birkaç yıldır şahit olduğumuz kutuplaşma merkezli tartışmalar çoğunlukla bahsi geçen şekilde cereyan etmekte, iktidar-muhalefet arasındaki karşılıklı yıpratma ilişkisinin vazgeçilmez bir boyutu olagelmekte, Türkiye’nin kutuplaşma sorununun çözümüne katkı sunmak bir yana onu daha da alevlendirmektedir.


Türkiye’de kutuplaşma konusunu ele alırken esas olarak tartışmamız gereken mesele, muhalifliğin doğasında olan kutuplaştırıcı söyleme, dahası “kutuplaşma” merkezli planlı siyasi kampanyalara karşı alternatif bir dil üretimidir. Siyasal kutuplaşmayı ele alırken, yerel ve uluslararası şartları, farklı aktörlerin varlığını ve rollerini göz önünde bulundurmak, içinde yaşadığımız toplumu bütüncül biçimde değerlendirmeye tâbi tutmak, yapıcı söylem ve eylem üretmek sorumluluğundayız. Belki de en önemlisi, Türkiye özelinde kutuplaşmanın zeminini teşkil eden yapısal problemleri ve siyasallaşma eğilimini sorgulamalıyız. Türkiye’de toplumsal kırılmaların önüne geçebilecek yapısal reformlara ihtiyaç var. Ayrıca olağanüstü durumlar ile sıkça karşılaşan siyasetin normalleşmeye ve toplumun siyasetten belli ölçülerde uzaklaşmaya ihtiyacı olduğu da aşikâr. Bu noktalara işaret etmeksizin Türkiye’ye özgü kutuplaşma sorununun önüne geçilebilmesi pek de gerçekçi görünmüyor.

___
Bu yazı Ukba Dergisi'nin "Zihinsel Darbelere Direnmek" dosyasında 30.09.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://ukbadergisi.com/2016/09/turkiyede-kutuplasmayi-tartismak/


1 Ekim 2016 Cumartesi

İSLÂM'IN YUMRUKLARI FİLİPİNLER'DE: THRILLA IN MANILA


“It's gonna be a thrilla and a chilla and a killa, when I get that gorilla in Manila.”

1 Ekim 1975. Filipinler'in başkenti Manila tüm zamanların en büyük boks maçına ev sahipliği yapıyor.

Thrilla in Manila: İslâm’ın yumrukları, tüm zamanların en büyüğü Muhammed Ali, Smokin’ Joe Frazier’a karşı.

1 Ekim 2016. Bu büyük maçın kırk birinci yıl dönümü.

Makbule Uyar, Moro Günlüğü kitabının bir bölümünde bu maç için Filipinler’e gelen Muhammed Ali ile karşılaşmasını anlatıyor. Muhammed Ali vefat ettiğinde paylaşmak istediğim fakat fırsat bulamadığım yazıyı bu vesile ile (kendi düzeltmelerimle) paylaşıyorum.

Allah, Muhammed Ali'ye rahmeti ile muamele eylesin. Âmin.


***


MAÇ

Manila’dayız. Her sokak başında büyük afişler: “Büyük maç”. Dünyanın gözü Manila’da. İki dev boksörün mücadelesi: “Muhammed Ali ve Frazier”.

Her ülkeden yüzlerce gazeteci adım adım Muhammed Ali’yi takip ediyordu. Objektifler Ali’nin ve Frazier’ın bütün hareketlerini tespit etmeye çalışıyorlardı. Gazetelerin baş sayfaları iki boksörün resimleri ile doluydu. Kim kazanacaktı?

Müslüman Türk kadını olarak heyecanlıydım. Muhammed Ali’nin kazanması için dua ediyordum. Muhammed Ali televizyonda konuşurken, Müslümanlığın gerçek doğru din olduğunu bağırarak korkusuzca insanlara haykırıyordu. Bir ara, muhteşem yumruğu havaya kalktı ve işaret parmağı ile Filipinler’e:

-Sen, esmer tenli insan! Hazret-i Muhammed’in resmini gördün mü? Siyah da olabilir, beyaz da. Ama Hazret-i İsa’yı sana beyaz tenli, yeşil gözlü, melekleri de beyaz tenli olarak gösterdiler. Neden siyah tenli melekler yok? Bunlar beyaz tenli Hıristiyanların uydurmalarıdır. Bunun için Müslüman oldum. Allah’ın ve gerçek peygamber olan Hz. Muhammed’in resmi yoktur.

Bütün bu sözlerle Ali, Manila’daki Hıristiyanları kızdırmıştı.

Muhammed Ali Manila’ya geldiği günden itibaren dini sorulara cevap verdi…

Manila’da sokaktaki adama soruyoruz:

-Kim kazanacak?

Cevap:

-Frazier.

Şoföre soruyoruz:

-Kim kazanacak?

Cevap:

-Frazier.

Tezgâhtar kıza soruyoruz, göğsündeki haçını okşayarak:

-Frazier, diyor.

Güneydeki Mindanao Adası’nın esir kamplarında yaşayan, her türlü medeni ihtiyaçtan yoksun Müslümanlar acaba maçı duydu mu?

Manila’da Intercontinental Oteli’nin en büyük salonundayız. Muhammed Ali’nin şerefine Sudi Arabistan Sefiri bir yemek veriyor. Ali’nin yanında bütün Müslüman ülkelerin sefirleri var. Ali maç hakkında hiç konuşmak istemiyor… Müsabakayı kazanması ona göre doğal:

-Şampiyonum ve büyüğüm! diyor.

Yemek sonunda Ali’den konuşması istendi. Ali bu teklifi kabul ederek ayağa kalktı. Şunları söyledi:

-Bu gece sizlerle beraber olmaktan çok mutluyum. Ben bu davete gelirken burada birkaç arkadaş bulabileceğimi sanmıştım, yanılmışım. Dünyanın dört bucağından gelen Müslüman kardeşleri tanımak beni ziyadesiyle memnun etti. Yeryüzünde hiçbir şey kalıcı değildir. Bugün siz sefirler olarak buradasınız, ben de şampiyon bir boksörüm. Ama elli sene sonra ne siz, ne de ben kalacağız. Kalıcı olan Allah ve onun peygamberi Hazret-i Muhammed’dir. Ben aldığım paranın sadece bir kısmını kendime ayırıyorum. Geriye kalan kazancımla Amerika’nın Müslüman zencilerine yardım edeceğim.  Müslümanlık sadece Amerika’da değil, dünyanın her yerinde hızla yayılmaktadır. Amerika’nın beş eyaletinde cami yaptırmayı istiyorum. 

ÖMER İLE KRAL HİKÂYESİ

Konuşmanın sonunda en çok sevdiği hikâyeyi anlattı:

Eskiden bir kral varmış, kralın hazinelerini Ömer adından genç bir Müslüman beklermiş. Ömer’i çekemeyen birkaç fesat insan, krala:

-Ömer’e güvenme, her gün hazinenden bir miktar çalıyor, demişler.

Kral bu sözlere inanmamış ve hazinenin bir köşesine saklanarak gizlice Ömer’i takip etmiş. Ömer her gün yaptığı gibi hazineyi kontrol etmiş, bütün altınların teker teker tamam olduğunu görünce dua etmeye başlamış:

-Allah’ım, çok şükür hepsi tamam, servet de senin şan da. Biz faniler için servetin ne değeri var? Hepimiz, hatta kral bile bu dünyadan göçecek. Baki olan sensin Allah’ım. En büyük servet sağlıktır. Bana verdiğin sağlık için sana şükrediyorum. Hazine bekçiliğinde beni krala ve kimseye mahcup etme. Kralımın hazinesini hayırlı yerlere harcamasını diliyorum, diye dua etmiş.

Kral, Ömer’in bu duası karşısında şaşırmış ve Ömer’i aynı şekilde birkaç gün daha takip etmiş.

Fakat dua her gün aynı şekilde tekrarlanmış. O zaman kral, Ömer’i çağırarak:

-Ey Ömer, hazine tamam mı? diye sormuş.

Ömer de:

-Yüce Allah’ın izniyle tamamdır, cevabını vermiş.

Bunun üzerine kral:

-Hazinemden ne kadar altın istersen al, ey Ömer. Sen bunu hak ettin, deyince:

-Benim hazinem sağlıktır, deyip altınları reddetmiş.

Konuşmasını bitiren Muhammed Ali’den bazı sorularımı cevaplandırmasını rica ettim. Ve kendisine sordum:

-Burada Müslüman ve Hıristiyan kavgası var. Sen bir Müslüman olarak buna ne dersin?

Muhammed Ali’nin cevabı şöyle oldu:

-Ben Müslüman, Hıristiyan, Budist ve Musevi diye bir ayrım yapmak istemiyorum. Bütün dinler bir nehrin kollarıdır. Bu kollar sonunda bir yere akar ve birleşirler. Bu da tek ve mutlak olan Allah’tır…

Erkek kardeşinden bir an bile ayrılmayan Ali, beş kişilik maiyeti ile müsaade istedi. Ve giderken Frazier’ı ringe yapıştıracağını, şampiyon olarak kalacağını söyledi.

Gerçekten maç son derece heyecanlı olmuştu. Bizler uyuyamadık, dünya uyuyamamıştı. Bu süper kuvvetlerin döğüşü aslında. Ezeli Müslüman-Hıristiyan kavgasının bir sembolü. Sonuç: Müslüman Muhammed Ali kazanmıştı.


(Uyar, Makbule N., Moro Günlüğü, Akabe Yayınları, İstanbul: 1987, ss. 72-75.)


DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...