26 Aralık 2015 Cumartesi

KAPİTALİST DEMOKRASİ VE DOGMATİK BİREYSELCİLİK

Devletler ve devletlerarası/devletlerüstü kuruluşlardan müteşekkil bir takım aktörler günümüz dünyasında ekonomik ve buna bağlı siyasal muhalefete karşı müsamaha göstermemektedirler. Küresel hegemonyanın demokrasiye yönelik vurguları demokrasinin bizatihi kendisiyle çelişmekte, farklı seslerin yükselmesine farklı araçlar vasıtasıyla ciddi biçimde karşı konulmakta, muhalif ideoloji ve hareketler olabildiğince gayrimeşru ilan edilmekte, yalıtılmakta ve bitirilmektedir. Yirmi birinci yüzyıl, kapitalizmin hegemonyasını özelleşme, özelleştirme ve bireyselleşme vasıtasıyla küresel ölçekte kabul ettirdiği ve farklı söylemlere yaşam hakkı tanımadığı bir yüzyıl olarak karşımıza çıkmaktadır.

Belirli dönemlerde ciddi krizlere giren kapitalizmin –son olarak 2008 küresel finansal krizi- giderek sorgulanmaz, daha doğrusu sorgulanmasına müsaade edilmeyen ve kitleler nezdinde sorgulanması ihtiyacı duyulmayan bir sistem haline dönüştüğü aşikardır. Kriz durumlarında bir takım eleştiriler dile getirilmekle beraber, bunlar çok büyük ölçüde kapitalizmin, serbest piyasanın, neoliberalizmin kendisine yönelik eleştiriler değildir. Sistem eleştirisi yapmaksızın sistem içerisindeki aktör ve olayların eleştirilmesi durumu aslında kapitalizme –bilinçli olmasa da- bir güven duyulduğunun da göstergesidir.

Liberal ekonominin ön kabullerinden birisi bireylerin rasyonel aktörler olduğudur. Bu, üzerinde ciddi tartışmaların yapılabileceği bir yargı olup, bizim esas problemimiz değil. Serbest piyasa ekonomisin yakın tarihteki serüvenine bakmak bile bize kapitalizmin bir inanç sitemi olduğunu göstermektedir. Kapitalizme duyulan bir güven olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmadığımız takdirde sistemin kökenlerine dair derin sorgulamaların neden azınlık ölçüsünde kaldığını anlamamız da pek mümkün olmayacaktır. Daha önce de belirttiğim gibi, kriz zamanlarında dahi yükselen eleştiriler aktör ve durumlara ilişkin sınırlı eleştirilerdir.

Kapitalizmin bir inanç sistemi olduğu iddiası hiç de yabana atılabilir bir iddia değildir. Liberal ekonominin fikir babalarının kapitalizmi din kisvesine büründürme çabaları eserlerinin satır aralarında okunabilmektedir. Bu dini, sürekli üretimi ve dolayısıyla sürekli tüketimi tetikleyen, kendi tüketim kültürünü oluşturan, özel mülkiyet fikrinden yola çıkarak toplumsallığın karşısına alabildiğine bireyselciliği yerleştiren bir din olarak tanımlayabiliriz. Özellikle Friedrich Hayek, Milton Friedman ve Ayn Rand’ın teorik temellerini attığı bu bireyselci din 1970’lerden sonra Margaret Thatcher ve Ronald Reagan gibi önemli liderler vasıtasıyla hayat buldu. Thatcher’ın bireyselciliğe dair görüşleri şu şekildeydi:

Siyasetin son 30 yıldaki gidişatının beni en fazla rahatsız eden tarafı, hep kolektivist toplum yönünde ilerlemiş olmasıdır. İnsanlar kişisel toplumu unuttular. […] Ve bu yüzden ekonomi politikalarını değiştirmekten ziyade, yaklaşımı değiştirmeyi amaçladım. Ekonomiyi değiştirmek, bu yaklaşımı değiştirmenin bir aracıdır. Yaklaşımı değiştirmek, ulusun kalbini ve ruhunu kazanmak demektir. Ekonomi yöntemdir; hedef, kalbi ve ruhu değiştirmektir. (Sunday Times, 1 Mayıs 1981)

Özel olan ve özel mülkiyetten yola çıkarak bireyselciliğin bu denli desteklenmesi, dahası sürekli yeniden üretilen bir dogma olarak karşımıza çıkmasını idiotizm olarak tanımlıyor Neal Curtis. İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi adlı eserinde özelleştirme temelli kapsamlı bir kapitalizm eleştirisi yapan Curtis, özel olanın yaratılması için kamusal olanın kapatıldığını iddia ediyor ve burada felsefi bir sorgulamanın içine giriyor. Özellikle Martin Heidegger felsefesiNden yola çıkarak yapılan bu sorgulama neoliberalizmin dayattığı ve muhaliflerine yaşam hakkı tanımadığı sistemin sorunlarını da ortaya koyma noktasında önemli bir belge niteliğinde. Heidegger’in “dasein”ı, yani “varlığın anlamı”, bir birlikte yaşama süreciyle kendisini bulmaktadır. Dasein’ımız, yani dünyayla-ilişkili, dünya-içindeki-varlığımız daima bir ötekilerle-birlikte-varlıktır. Bu şekliyle baktığımız zaman toplumsal bir varlık olan insanın küresel çapta bir mühendislik projesi ile bireyselleştirilmesi hedeflenmektedir ve bunun da uzun vadedeki önemli neticelerinden birisi sisteme muhalefet edebilecek toplumsal hareketlerin önünün kesilmesidir.

Küresel dünyada sisteme muhalefet etme potansiyeli olan devletler çok uluslu şirketler ve devletlerarası/devletlerüstü kurumlar vasıtasıyla kontrol altında tutulmaktadır. Örneğin kredi derecelendirme kuruluşları özel çıkarların kamusal olana nasıl hükmettiğini açıkça göstermektedir. Devletler bu kuruluşların bir nevi boyunduruğu altındadırlar. Hegemon ekonomik teamüllerin dışına çıkmanın cezası bu kurumlardan düşük notlar almak, dolayısıyla da ekonomik dar boğaza düşmektir. Sisteme açıkça kafa tutan devletler de ambargolar vasıtasıyla yalıtılmaktadır. Sistem kendisini öyle bir şekilde inşa etmiştir ki, devletler bugün bu sistemin koruyucu sigortası işlevi görmektedir; böylece sistemin devamlılığı sağlanmaktadır.

Kapitalist sistem, medya ve sosyal medya yoluyla da ürettiği bireyi konformizmin sınırları içerisine hapsetmektedir. Teknolojinin bir şeyleri bizim yerimize yapıyor olması, birey, siyasi olarak pasifize edilmekte ve ortaya çıkan eylemler sistem tarafından tepki doğurmayı gerektirmeyen eylemler olarak görülmektedir. Olaylar karşısında sosyal medya üzerinden mesaj vermek bireysel tatmin sağlamaktadır. Birey farkında olmaksızın, hatta kabul ederek dar bir özel alana mahkum edilmektedir. Bunun izdüşümlerini Google’da açık bir biçimde görebilmekteyiz. Google internet kullanımını muazzam bir biçimde kişiselleştirmekte, kullanıcıya uygun sanal ortamlar yaratmaktadır. Bu da bireyi giderek daralan ve kişiye özel olan bir alana itmektedir. Bunlara ek olarak protest kültürün de giderek metalaşması durumuna şahit oluyoruz. Altkültürlere dair ürünlerin pop ögesi haline getirdiğini görüyor, bireyin tüketim kültürüne bağımlı kalarak devrimci olmaya çalıştığı bir süreçten geçiyoruz.

Bütün bir kapitalizm içerisinde belki de muhalifliğin üretilebileceği en önemli merkezler olan üniversiteler de bu hegemonyanın baskısından payına düşeni almaktadır. Giderek çıkarcı bir bilgi üretim merkezi haline gelen üniversitelerde, özellikle ekonomik kaynaklar vasıtasıyla, pragmatik değeri olmayan bilgiyi üreten akademisyenlerin çalışmaları kabul görmemekte, bu akademisyenlerin düşünce ortamları baskılanmaktadır. Günümüzde özellikle sosyal bilimlerde bu sıkıntılar çokça yaşanmaktadır. Ekonomik kaygılar öne sürülerek Avrupa’da pek çok ülkede sosyal bilimlere ayrılan ödenekler dramatik oranda düşürülmüştür. Japonya yakın zamanda üniversitelerde sosyal bilimler bölümlerinin kapatılması yönünde bir karar almıştır. Gerekçesi ise bu bölümlerin pratik bilgi üretmekten aciz oldukları ve ekonomik kaynakların daha verimli işler için kullanılabileceğidir.

Kapitalizm bütün bir sistem olarak özel olana atfettiği değer ile kendi bireyini üretmekte,  siyasetin kendisini de-politize etmekte, küresel bir tüketim kültürünü dayatmaktadır. Özelleştirmenin pençesindeki bireyler belirli dönemlerde bir takım yüzeysel eleştirilerde bulunabilseler de, sistemin felsefesine yönelik eleştirilerin yaygınlaşması söz konusu değildir. Kapitalist demokrasi, bütün muhaliflerini bir şekilde tasfiye etmeye çalışmakta ve bu yönüyle de esasında otoriter bir rejim olduğunu dışavurmaktadır. Bütün bunları söyledikten sonra belirtmek gerekir ki, yazının amacı mevcut kapitalist sisteme alternatif bir model ortaya koymak değildir. Fakat Curtis’in de kitabını bitirdiği şekilde bitirirsek, uyuşmazlık, heterojenlik ve farklılık bilincimizi yükseltmemiz, adalet arayışından doğan sorumluluklarımıza odaklanmamız, araştırma ve öğrenim alanında polemikçi hakikat etrafında merkezsizleşmemiz gerekir (s. 245).

Kaynakça

Curtis, Neal (2015).  İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi (Mehmet Ratip, Çev.) İletişim Yayınları. İstanbul.

___
25.12.2015 tarihinde Ukba Dergisi'nde yayınlanmıştır. Orijinal link: http://ukbadergisi.com/2015/12/kapitalist-demokrasi-ve-dogmatik-bireyselcilik/

11 Aralık 2015 Cuma

BEŞ ŞEHİR ÜZERİNE NOTLAR

Henüz liseye yeni başlamışken -büyük adam olmanın verdiği heyecandan olsa gerek- ciddi biçimde kitap okumaya karar vermiş ve işe babamdan birkaç kitap göndermesini isteyerek başlamıştım. İlk okuduğum kitap yine babamın Kayseri’ye doğru yola çıkarken bana verdiği Gogol’un Ölü Canlar'ı idi. Bu kitabı okuyup bitirdikten sonra ulaşan beş kitabın arasında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i de vardı. Ufak bir giriş denemesinden sonra nedense kitabı bir kenara bıraktım ve dört gün öncesine kadar da tekrar okuma girişiminde bulunmadım. Şimdi düşündüğüm zaman bir yandan bana göre şaheser olan bu kitabı şimdiye kadar okumamış olmanın üzüntüsünü duyuyor, bir yandan da daha önce –mesela lise sıralarındayken- okusaydım şu anda aldığım hazzı alamayacağımı düşünerek mutlu oluyorum.
***

Her insanın; İstanbul’un fethini öğretmeninden henüz dinlemiş bir çocuğun, en güzel beyitlerin geceye nakşedildiği boğaz bahçelerini bir müellifin derin anlatımından okuyan bir gencin ve ömrünün son demlerini yaşamakta iken farklı duyguların tesiri altında asr-ı saadeti düşleyen bir ihtiyarın yolu geçmişin dar sokaklarından geçer. Woody Allen’ın yazıp yönettiği “Paris’te Gece Yarısı” (Midnight in Paris) filmini ilk defa izlediğimde –biraz da o günkü beklentilerimden dolayı olsa gerek- pek bir şey canlanmamıştı zihnimde ve ruhumda. Filmi ikinci defa izlediğim zaman, geçmişe duyulan özlem ve mümkün olsa dönebilme fikrinin son derece başarılı bir biçimde işlendiğini idrak etmiştim. Bundan sonra benim zihnimde geçmişe yolculuğun şablonu bu filmde anlatıldığı gibi oldu.
***

İstanbul sokaklarını arşınlarken nasıl bugünü aşmak isteyen bir görme eylemine girişiyorsa gözlerim, Ahmet Hamdi’nin gözleri de öyle görmek çabası içinde; bu Beş Şehir’de aşikâr. Eğer Woody Allen’ın filmi “İstanbul’da Gece Yarısı” olsaydı ve ben bu filmin başrol oyuncusu olsaydım Ahmet Hamdi ve Yahya Kemal’in yanına, Şehzadebaşı’ndaki İkbal çay evine giderdim. Onların gözünden görmek isterdim bilhassa İstanbul’u. Kim bilir, belki de onlarla beraber, Ahmet Hamdi’nin derin bir muhabbetle anlattığı daha geçmiş İstanbul’a giderdim. Sinan’ın, Birinci Ahmed’in, Dördüncü Murad’ın, Nedim’in, Dede Efendi’nin İstanbul’una gider, maviye bezenmiş kubbeler altında secde eder, hoyrat kahvehanelerde yeniçeri mirası külhanbeylerinden cenk hikayeleri dinler, Boğaz’ın serinliğinde servi bahçelerinde beyitler dinler, insanın ruhuna en tarifsiz biçimde dokunan neyin, kudümün ve tanburun sesiyle kendimden geçerdim. Yolumuz tam olarak neresine düşerdi o çok eski İstanbul’un bilinmez ama ben şurada anlatılan Müslüman İstanbul’a gitmek isterdim:

“ Eski İstanbul bir terkipti. Bu terkip küçük büyük, mânalı mânasız, eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin –hattâ bugün için bayağı- bir yığın unsurun birbiriyle kaynaşmasından doğmuştu. Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk müessesi, bu iki mihveri de kendi zanaatlerinin çarkından döndüren bir iktisadî şartlar bütünü  vardı. Bu terkip iki asırdan beri büyük mânasında, hemen her sahada müstahsil olmaktan çıkmış bir içtimaî manzumenin malıydı. Bu itibarla gerçekte fakir, fakat zevkle değilse bile inanılarak yaşandığı için halis ve ayrı, büyük bir mazi mirasının son parçalarını dağıtarak geçindiği için dışarıdan gösterişli, bütün bir görenekler zincirene dayandığı için de zengindi. Hususî bir yaşayış şekli, bütün hayata istikamet veren ve her dokunduğunu rahmanîleştiren dinî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu. Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu. Kazaskerin sırtında İngiliz sofu, hanımının sırtında Lyon kumaşından çarşaf, üst tarafına asılmış Yesarîzâde yazması yüzünden Fransız üslûbu konsol, Bohemya işi lamba hep Müslümandı. İngiltere’den dün gelmiş rokoko saat, melez döşenmiş aynalı, saksılı, Louis XV. üslûplu otoman ve markizetli yahut patiska minderli odaya girer girmez çok Müslüman bir zamanı saymağa başladığı için derhal Müslümanlaşır, kuvvetli ilâhiyat tahsili yüzünden az zamanda ulema kisvesi taşımağa hak kazanan bir mühtedi yahut hiç olmazsa Keçecizade İzzet Molla’nın meclisinde Kur’an ve Hadîs bilgisiyle asıl Müslümanları susturan Hançerli Bey gibi bir şey olurdu.” (ss. 125-126)
***

Beş Şehir başından sonuna kadar -ama özellikle de Bursa ve İstanbul’u okurken- bende hep geçmişe yolculuk özlemi uyandırdı. Ahmet Hamdi’nin hakikaten hayran kaldığım üslubu, en çıkmaza girdiğini düşündüğüm yerlerdeki kıvrak manevraları, ben olsam nasıl anlatırdım diye düşünürken hayalgücümün yetersiz kaldığı tasvirleri bu yolculuk özlemini her satırda daha fazla körükledi. Daha ilk sayfasından beri imrendiğim ustalık, eserin son üç sayfasında –yani İstanbulun on beşinci bölümünde- bir kez daha sarstı beni. “Bu dirilmesi imkânsız şeylerden” (s. 206) bahsederken ne aradığını soruyor Ahmet Hamdi ve bu kısa bölüme oldukça derin bir cevabı sığdırıyor: “Hayır, aradığım şeyler ne onlar, ne de zamanlardır. (s. 206)”

İçimizdeki özlemi dindirmek için geçmişe dönme arzusu aslında bizi tamamlayan geçmişe dair algılarımızı yıkacak tehlikeyi taşıyor. Bizim Sinan’ımız üzerinden geçen asırlarla, kendisinden sonra yetişen Sedefkâr Mehmed Ağa ile, Itrî ile, Neşatî ile, Sultan Abdulaziz ile bir bütün olarak Sinan. Bütün bu tecrübeyi bir kenara bırakıp Sultan Süleyman’ın İstanbul’una yapacağımız bir yolculukta “Bâkî tahmin edebileceğimizden daha çok çıplaktır. (s. 206)”
***

“Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? (s. 206)”
“Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. (s. 207)”
***

Kendi kendime sormadan edemiyorum: Bugün yazsaydı Beş Şehir’i?..

___
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Beş Şehir. Dergah Yayınları. 18. Baskı. İstanbul: 2004.

13 Eylül 2015 Pazar

İNANMAKTAN VAZGEÇTİĞİMMİŞ ARADIĞIM

Ağzının kenarında maydanoz vardı. Lanet olası ağzının kenarında maydanoz vardı T’nin. Bu nasıl bir ciddiyetsizlik? Göreve çıkmadan önce lahmacun yemek de neyin nesi? Koca uzay gemisi leş gibi soğan kokuyor. Sırf bu yüzden yaz aylarında T ile göreve çıkmaktan nefret ediyorum. Hiçbir şey umurunda değil herifin. Geçen sene Haziran’daki göreve de kelle paça içip gelmişti. Öyle ağır sarımsak kokuyordu ki adamı uzay istasyonuna almadılar.

“İniş için bütün personel yerlerine. D-18 gezegenine dair brifinglerinize koltuklarınızda bulunan bilgisayarlardan ulaşabilirsiniz.”

İşte geldik sayılır. T heyecanlı görünüyor. İnişlerde hep heyecanlanır. Belli etmek istemez ama sol eliyle koltuğun kolunu sıkışından anlarım bunu. Garip bir adam T. Bir yandan ürkütücü bir yanı var, ne de olsa eski bir suçlu; bir yandan ise ürkek bir yanı var. Sert görünür, asabi takılır ama uyurken yastığına sarılır. Söylenenler doğruysa uzay görevlerine katılmadan önce yüksek güvenlikli bir hapishanede mahkûmmuş. Neden hapse düştüğü hakkında kimsenin malumatı yok aslında ama benim öğrenebildiğim kadarıyla çocuklarını öldürmüş. Söylediğim gibi, bunlar söylentiler. Ama doğru olma ihtimali bile bu adamı benim gözümde korkunç hale getiriyor. Düşünsenize, kendi çocuklarını öldüren bir katil başka insanlara neler yapmaz ki?

“İniş gerçekleşti. Alfa timi, görev için yerlerinize.”

İşte bizim sıramız. Alfa timi biziz; ben ve T. Görevimiz D-18’de keşif yapmak. Septon adında bir varlığı arıyoruz. Evet, doğru duydunuz; “varlık” dedim. Çünkü Septon’un ne olduğuna dair en ufak bir fikrimiz yok. Bildiğimiz tek şey doğaüstü güçlerinin olduğu ve dünyamızı yok ettiği. Evet, bir gün ansızın bir trajedinin ortasında bulduk kendimizi. Nereden geldiği belli olmayan bir saldırı ile karşı karşıya kaldı dünya. Dağlar devrildi, kıtalar okyanuslarda boğuldu, gök yarıldı. Milyarlarca insan ölümün müziğini dinleyerek yok oldu. Geride kalan bir avuç insanın ise hafızalarına kazınmış tek bir isim var: Septon. Kim bu Septon? Daha doğrusu, ne bu Septon? Bu saldırıdan sonra onlarca gezegene gittik. Aylardır eve dönmedik, sürekli seyir halindeyiz. Emirlerimiz açık: Septon bulunana kadar eve dönmek yok.

“Kapılar açılıyor. Kasklarınızı takın. Oksijen kontrolünüzü gerçekleştirin.”

İşte şov başlıyor. T her zaman yaptığı gibi bugün de kaskının üzerinden maskesini takıyor. Bunu neden yaptığını bilmiyorum. Komik bir maske ama. Düşünebiliyor musunuz? Herif milyarlarca dolarlık bir projede çalışıyor, üzerinde binlerce dolarlık bir giysi var ve o ucuz maskeyi kaskının üzerine geçirmekten hiç vazgeçmedi. Aşağılık psikopat!

“Alfa timi, sahne sizin. Sağ salim dönün. Başarılar.”

Derin bir nefes alırım ilk adımı atarken. T hep bir şeyler mırıldanır. Bir çeşit dua olsa gerek. Sanki burada bir tanrı var ve kendisini duyacak. Boş bir hayalden başka bir şey değil bu. Eğer öyle kudretli bir tanrı olsaydı bugün burada olmamız gerekmezdi. Dünyamız perişan hale gelirken neredeydi hem? Kimse kusura bakmasın bu koca boşlukta, bu karanlık gezegende bizi duyacak hiç kimse yok. Bunu o felaket gününde anladım ben; Tanrı bizim korkularımızla baş etmek için ürettiğimiz bir fikirden ibaret.

Ben bunları düşünürken T hayli ilerlemiş. Eliyle gelmemi işaret ediyor. Bu ses de ne böyle? Çok kısık frekansta sesler geliyor.

“Bu da ne T?” Bilmiyorum manasında kafasını sallıyor.

“Biraz daha ilerleyelim.” Onaylıyor.

Ses gittikçe anlaşılır hale geldi. “Müzik bu. Hah! Müzik bu dostum. Şu taraftan geliyor, koş!” Müziğe doğru koştuk.

İleride bir yapı var, heybetli bir yapı. “Yavaş ve sessizce giriyoruz.”

Eşiği geçince müziğin sesi yükseldi. Ama bu müzik! Bu müzik nasıl bu kadar tanıdık olabilir? Bir türlü çıkaramıyorum. Dilimin ucunda ama söyleyemiyorum. Çok tanıdık, hayat gibi. Çocukluğum, gençliğim, ilk aşkım, ilk arabam, sevinçlerim, acılarım, anılarım… Her bir nota hayatımın bir gününü hatırlatıyor sanki. Giderek ağırlaşıyor ruhum. Neden böyle oluyor? T dizleri üzerine çökmüş. Ağlıyor.

“Ben öldürmedim. Benim hiçbir suçum yoktu. Canım kızlarım. Affedin beni. Sizleri koruyamadım.”

Anlayamıyorum, bir türlü anlayamıyorum. Gözlerim kararıyor.

“Karşıdan biri geliyor T! T kalk!” T yere yığılmış. Ben de daha fazla dayanamıyorum.

Sadece bir gölgeyi seçebiliyorum. T’nin göğsüne uzanıyor. Bir şeyler söylüyor.

“T! T! Uyan dostum! Hadi, beni burada bırakma! Lanet olsun T!”

Notalar dökülüyor gölgenin dudaklarından: “Kendini yorma. Duyamaz seni artık.”

İnanılır gibi değil, melodiler çıkıyor ağzından ve ben anlıyorum. Şaşkınım, ama anlıyorum.

“Sen de kimsin? T’ye ne yaptın?”

“Çok acı çekmişti, şimdi huzuru bulma vakti. Seni ise azap bekliyor. İmtihanı geçemedin.”

“Sen de kimsin?”

“Septon. İnanmaktan vazgeçtiğin ama aradığın.”

Göğsüme uzandı. Kaburgalarım çatlayarak verdim son nefesimi.

___
*Öykü Atölyesi on altıncı hafta için yazdığım öykü. 
**Atölye moderatörü için not: Haziran, maske ve eşik kelimeleri kullanıldı. Birinci ve ikinci ek kısıt uygulandı. 
***Haftanın diğer öykülerine Twitter'da #hamaes16 etiketinden ulaşabilirsiniz.

10 Eylül 2015 Perşembe

EMPERYALİZM, HEGEMONYA, İMPARATORLUK

Küresel Araştırmalar Merkezi’nin düzenlediği “Kitap-Makale Sunumları” konuşma serisinin Ocak ayındaki toplantısında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Akif Okur, Ötüken Yayınları tarafından 2012 yılında yayımlanan Emperyalizm Hegemonya İmparatorluk isimli kitabı üzerinden uluslararası politik ekonomi literatürünün temel meselelerini ele aldığı sunumunu gerçekleştirdi.

Okur’un doktora çalışmalarının uzantısı niteliğini taşıyan eserinin temel sorunsalları küreselleşme çerçevesinde tek kutupluluk tartışmalarının yapıldığı dönemde meydana gelen 11 Eylül saldırılarına dayanmaktadır. Esas itibariyle çizgisel bir tarih anlatısının ürünü olan küreselleşme, 11 Eylül’ün devamında gelen Irak işgali ile bir sapmaya uğramıştır. Sürekli ilerici bir gelişim iddiasında olan küreselleşmenin Irak işgali ile ortaya çıkan klasik emperyal mantığı nereye koyduğu eserin temel sorunsalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yirmi birinci yüzyıla girilirken ulus devlet tecrübesinin yerini Avrupa Birliği tarzı ulus-üstü yapılara bırakacağı beklenirken Irak işgali gibi on dokuzuncu yüzyılı andıran bir tasarım girişimi küreselleşmenin temel iddialarına ters düşen bir durum olarak görülebilir.
ABD’nin Irak işgali o dönemde genelde bölgedeki petrolle ilintilendirilerek açıklanmaya çalışılmakta, petrol yatakları zengin olan bölgenin savaşlara sahne olacağı iddia edilmekte ve dolayısıyla da bölge odaklı bir okuma yapılmaktaydı. Okur, bu noktada mevcut çizginin dışına çıkma arayışına girmiş ve bu bağlamda işgalin faili pozisyonunda olan ABD merkezli bir çalışmayı ortaya koymuştur. Dönemin tartışmalarının ortak noktalarını teşkil eden emperyalizm, hegemonya ve imparatorluk kavramları çerçevesinde Gramsci ve Cox’un eleştirel teorilerinden hareketle ABD’nin küresel sisteme göre konumu ve küresel sistemi yeniden dizayn çabaları eserin ana konusudur. Cox’un birbiriyle bağlantılı mekanizmalardan oluşan, sebep sonuç ilişkilerini barındıran ve zamansız olmayan değişimler çerçevesinde tanımladığı ontoloji kavramı ile Fernand Braudel’in katmanlı zaman anlayışının örtüşmekte olduğunu düşünen Okur, ABD’nin Irak işgalini Braudel’in üç katmanlı tarih okumasından faydalanarak tahlil etmektedir. Burada Irak’ın işgali “olay”a, küreselleşme “konjonktür”e, petrol ise “geriye doğru okunabilen uzun süreli tarih”e denk düşmektedir. ABD’nin Irak işgalini gerçekleştirdiği dönem dünyanın çok merkezli bir yere evrildiği bir dönemdi ve işgale karar verenler bu evrilme sürecini etkilemeyi amaçladılar. Irak’ın işgali, imparatorlukların yıkıldığı, Avrupa’nın ABD’den bağımsızlaşma isteğinin iyice arttığı, Çin’in ve dolayısıyla Asya’nın yükselişinin hızlandığı, Braudelci yaklaşımla yüz-yüz elli yıllık bir uzun vadenin sona yaklaştığı bir döneme denk gelmiştir.

Fransız devrimi sonrasında Napolyon yönetimiyle beraber özellikle İngiliz tarihçiler tarafından iç politikadaki otoriterliği tanımlayan emperyalizm, ilerleyen dönemde Marksist tarihçilerin katkılarıyla dış politikada da yayılmacı bir politikayı kapsayan bir kavram olarak yeniden tanımlanmıştır. Okur, emperyalizm kavramının zaman içerisinde içeriğinin boşaldığından hareketle emperyalizm ve emperyal eylem kavramlarını ayrıştırma gerekliliği duymuştur. Zira emperyalizm Marksizm’in yüklediği anlamla ciddi eleştirel anlam kazanmakta, fakat bununla beraber her türlü olumsuz anlamı yüklenmektedir. Doğal olarak kavram gittikçe içeriksiz hale gelmektedir. Emperyal eylem kavramı ile toprak işgali ve denetimini kast etmektedir Okur.

Pax-Americana ile ortaya çıkan hegemonya kavramı emperyalizmden farklı bir yere işaret etmek üzere üretilmiştir. ABD, kuruluşu itibariyle İngiliz sömürgeciliğine karşı hareketlerin bir sonucudur ve resmi tarih anlatımı da sömürgeye karşı bir mücadelesinin var olduğu şeklinde devam edegelmiştir. Her ne kadar kendisinin sömürgeleri olsa dahi, bunlar sayıca kısıtlı kalmışlardır ve ABD kendisini sömürgeci olmayan bir devlet olarak tanımlamıştır. Bu tarz bir söylemin ortaya çıkması da ABD’nin kurulduğu ve yükselişe geçtiği dönemin şartları göz önüne alındığı zaman anlaşılabilmektedir; ABD imparatorluklarla bu söylem ile mücadele etmiş ve bu sayede onları geçebilecek seviyeye gelmiştir.

Her ne kadar ABD’nin önerdiği sistem ulus devletçi kapitalist bir sistem olsa da, küreselleşme ile beraber bu sistem ulus-aşırı hale gelmiştir. Bugün devlet dışı aktörler uluslararası arenada güç kazanmışlardır ve ciddi ekonomik ve politik faaliyetler yürütmektedirler. Zaten küreselleşmenin iddiası ABD de dâhil olmak üzere bütün ulus-devletlerin uzlaşacağı ve uyacağı bir merkezi ulus-üstü yönetişim sisteminin ortaya çıkacağıdır. Irak işgalinin temel amacı da bu şekilde ilerleyen tarih çizgisini değiştirmek, ABD’nin merkez konumda olabileceği bir yönlendirmeyi sağlayabilmektir. ABD sahip olduğu askeri gücüyle oyunun kurallarını yeniden koymaya çalışmıştır.


Daha önce de belirttiğimiz üzere eser bölgeden ziyade fail üzerine yoğunlaşmış, işgalin öznesi konumundaki ABD’yi merkeze almıştır. ABD’nin o dönemki yönetimi ana fail olmakla beraber, George Bush yönetimini iktidara taşıyan ve işgale zemin hazırlayan taban önem arz etmektedir. Bush yönetiminin kitle tabanının aktif kısmını Hristiyan sağ oluşturmuş, buna ek olarak neo-con (yeni muhafazakâr) organik entelektüeller işgale meşru zemin hazırlama konusunda aktif rol almışlardır. Eser bu aktörlerin iktidara ne şekilde destek verdiklerini, ne gibi pazarlıklara giriştiklerini, uluslararası güçler ile nasıl ilişkilerinin olduğunu ele aldıktan sonra bütüncül bir sonuca ulaşmaya çalışmaktadır.

___
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 31 Ocak 2014 tarihinde düzenlediği Emperyalizm, Hegemonya, İmparatorluk kitap-makale sunumunun BİSAV Bülten 87. sayısında yayımlanan değerlendirmesidir: 
http://www.bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&yayinid=239&menuID=3_3&yayintipid=3&makaleid=1412

6 Eylül 2015 Pazar

CEVİZ MEVSİMİ

Adım Ömer John. On yedi yaşındayım. İki gün önce geldim Türkiye’ye, ilk defa. Babamın bağlarında koşuşturduğu köyü, ceviz bahçelerini, şalvar giyen yaşlı adamları ilk defa görüyorum. Babaannemi de tabii; en önemlisi bu. Ben doğmadan önce Amerika’ya yerleşmiş babam. Annemle orada tanışıp evlenmişler. Annem Amerikalı. Daha önce ailecek gelememiştik Türkiye’ye. Biraz dinse de heyecanım devam ediyor.

Babaannemle akşamları evin önünde oturup uzun uzun muhabbet ediyoruz iki gecedir. Bana bilmediğim bir dünyanın kapılarını açtı. Bitmek bilmeyen hikâyelerini ardı ardına anlatıyor bıkmadan. Bu akşam vitrindeki çerçeveli fotoğrafı sordum. Yanındaki adam dedemmiş. Dedemi hiç görmedim. Babam da hatırlayamayacak kadar küçükmüş dedem çekip gittiğinde. Derin bir of çekti babaannem, gözleri ufka daldı ve ağır ağır anlattı:

“Goz mevsimiydi gene beyle. Isıcaklar yavaş yavaş çekilmiye yüz dudduydu. Bahçaya goz toplamaya gettim idi.”

Eylülün son günlerinde cevizler toplanır buralarda. Hasat zamanıdır. Babaannem sabah namazını kılıp bahçeye gitmiş. Gün yeni yeni ağarırken bir ağaca doğru uzanmış elindeki kalın çubukla. Tam ağacı çırpacak ki bir de ne görsün, ağacın üzerinde iplere dolanmış koca bir örtü. Meraklı gözlerle bakarken az ileride, arazinin eğim kazandığı yerde bir adamı yüz üstü yatarken görmüş. Hemen koşturmuş o yöne. Tam adama uzanacağı sırada koca bir akrebin adamın elini sokmak üzere olduğunu fark etmiş. Savuşturmaya çalışmış akrebi ama becerememiş, akrep adamın elini sokmuş. Hemen sırtlamış adamı, eve doğru koşturmaya başlamış. Babaannem babayiğit bir Anadolu kadını. İki kilometreden biraz fazla gelir bahçe ile ev arası, sırtında taşımış adamı eve kadar. Ömer dedem, babaannemin babası, şehre inmiş o sabah. Babaannem adamı hasırın üzerine yatırmış. Sonra ocağa yönelmiş, bir yumurta koymuş tasa kaynaması için. Adamın akrep tarafından sokulan elini önce temizlemiş, sonra bir iğneyi akrebin soktuğu yere sokup zehri akıtmış. Biraz sonra da haşlanan yumurtayı sıcağı sıcağına adamın avucunun içine koymuş. Başından çıkardığı örtüsü ile sıkı sıkıya bağlamış elini. Akrebin derdinden kurtulunca da adamın üstünü başını değiştirmiş, yaralarını temizlemiş, alnına sirkeli bezler koyup ateşini düşürmüş.

Akşama doğru eve dönmüş babaannemin babası. Omuzunda heybesi, elinde tüfeği girmiş içeri. Hasırda yatan adamı görünce köpürmüş. Babaannem gözü yaşlı anlatmış durumu. Biraz dinleyince yumuşamış büyük dedem. “Eyi oluncu getsin o zaman” demiş. Babaannem sabaha kadar adamın başında beklemiş. Sabah uyanmış adam. Döşeğin başında uyuyakalan babaannemi görmüş, bir süre izledikten sonra babaannemin anlamadığı bir dilde bir şeyler söylemiş. Babaannem adama eliyle sessiz olmasını, dinlenmesini telkin etmiş.

Bir gün, iki gün, üç gün, bir ay. Bu süre zarfında birbirlerini sevmişler. Nasıl anlaştılar bilinmez, aşkın hal dilinden midir nedir, adam biraz gücünü toplayınca derdini açmış, babaannemle beraber kaçmışlar. Bir başka şehre göçmüşler, tek göz oda bir ev bulup mütevazı bir hayat sürmeye başlamışlar.

Anlamışsınızdır, bu adam benim dedem. Teğmen John Livingston. Dedem Amerikan hava kuvvetlerinde savaş pilotuymuş. Bir görev uçuşu sırasında uçağı düşmüş. Uçağı bulmuşlar ama dedemi bir türlü bulamamışlar. Çünkü dedemin gözü babaannemin aşkından başka bir şey görmemiş. Kayıplara karışmış, bir süre sonra da Amerikan ordusunun arşivlerindeki yerini almış.

Keşke hikâye böyle güzel devam etseydi. Babaannemin boğazına bir şeyler düğümlendi sanki. Yutkundu, sesi titredi. Babam doğduktan sonra kayıplara karışmış dedem. Bir yerde başına bir şey mi geldi, bırakıp gitti mi bilinmez. Belki de çapkın, hovarda bir askerdi. Kim bilir? Bekledikçe beklemiş babaannem dedemi, yollarını gözlemiş günler boyu. En sonunda terk edip gittiğine kanaat getirmiş. Kucağında yavrusu, boynu bükük geri dönmüş köyüne. Büyük dedemin yüreği dayanmamış, affetmiş, yanına almış babaannemi.


Kaderin cilvesi işte, yıllar sonra babam yüksek ihtisas için Amerika’da bir üniversiteden burs kazanmış. Babaannemin gönlü razı olmamış gitmesine ama zincir vuracak değil ya ayaklarına. Babam Amerika’da annemle tanışmış ve evlenmişler. Ben doğmuşum. Adımı Ömer John koymuşlar; Ömer büyük dedemin adı, John babamı kundakta terk eden dedemin. Bir ceviz mevsiminde öğrendim.

___
*Öykü Atölyesi on beşinci hafta için yazdığım öykü. 
**Atölye moderatörü için not: Ceviz, iğne ve hasır kelimeleri kullanıldı. Ek kısıtlar uygulanmadı. 
***Haftanın diğer öykülerine Twitter'da #igceha15 etiketinden ulaşabilirsiniz.

4 Ağustos 2015 Salı

SICAKLIĞA SONE

Ucu bucağı yok, yeryüzü ateş
Kurudu yapraklar dinmedi sıcak
Bunca mahlûkat nerede yatacak
Durmadan yakıyor, batmadı güneş

Ahvalimiz budur, cehennemle eş
Küçük çocuklar asıl kavrulacak
Şimdi kimler nasıl avutulacak
Yeter, yollar susuzluktan çilekeş

Çıkıp serinletse iri bir hortum
Valla su çok güzel gelsene dostum
Ne rahattır entari giyen Arap

Medet ya Rab! Bize bir vantilatör
Olmazsa biraz yel, halimiz harap
Yoksa su kaynatıyor karbüratör

19 Temmuz 2015 Pazar

KÖPEKLER GİBİ UYURDU

Uyandı. Doğruldu. Cibinliği aralayıp çıktı. Az ötedeki komodinin üzerinde duran ağızlığını aldı; dudağının sol tarafına iyice dayayarak yerleştirdi. Tablasını açtı; uzun asker sigarasından bir tane taktı ağızlığına. Sol eliyle gözlerini ovuştururken sağ elini entarisinin yakasından içeri soktu. Zippo çakmağını çekti, çaktı, sigarasını yaktı. Derin derin çekti içine. Sigara orada yanadursun, başındaki örtüyü sıyırdı, düzeltti, yeniden bağladı. Çiçekli donunun diz kapağına kadar kaymış bacağını aşağı çekti. Ayağa kalkıp entarisinin eteklerini düzenledi. Sigarası bitti bitecekti ki, ani bir hamleyle bir tane daha çekip henüz sönmeden ağzındakinin közüyle yaktı. Ağzındakini çekip çıkardı, yeni yaktığını yerleştirdi.

Böyleydi ninem. Sabah kalkar, yüzünü dahi yıkamadan tablasına ulaşır, ağızlığını yerleştirir ağzının sol yanına, sonra ardı ardına yakardı asker sigarasını. Uzundu asker sigarası, sertti tütünü; öyle herkes içemezdi. Dağda, çayırda koşuşturmacanın ardından yorgun düşen askerin yorgunluğunu uzun, sert bir sigaradan başka ne alabilirdi? Günde altı paket içerdi ninem bu sigaradan. Her adam içemezdi bu sigaradan ama Allah aşkına kaç kişi günde altı paket sigara içerdi? Buna ciğer dayanmazdı.

Evi bir oda bir mutfaktan müteşekkildi. Odada biri pencerenin altında, diğeri kapının yanında duran iki somya vardı. Pencerenin altındaki somyanın sağında minder, döşek, yorgan türünden eşyalarla dolu bir yüklük, kapının yanındaki somyanın karşısında bir komodin, komodinin üzerinde küçük bir ayna, ufak tefek şeyler vardı. Komodinin hemen yanındaki kapı mutfağa açılıyordu. Mutfak dediysem, bugünkü gibi bir mutfak gelmesin aklınıza; tahtadan bir küçük tezgâh, bir piknik tüpü, bir tane de küçük buzdolabı. Bu sade evde koca bir ömür geçirdi ninem.

Bütün bu manzara içinde benim dikkatimi yalnızca bir şey çekerdi: ninemin Zippo çakmağı. Eski olduğu her halinden belli olan bu gri çakmak elinden düşmezdi ninemin. Gözü gibi bakardı ona, sıkı sıkı tutardı sandalyesinde otururken. O güne kadar nedense o çakmağa dair bir şey sormamıştım nineme. Benim uyandığımı fark etmemişti belli ki. Çocukluk işte, gece yatmak, sabah kalkmak bilmezdim. Ninem erkenden uyanır, oturur, kalkar, çayı demler, kahvaltıyı hazırlar, sonra beni uyandırırdı. “Köpek gibi uyuyorsun, kalk gayrı!” diye kızardı.

“Deden de öyleydi. O da köpek gibi uyurdu. Uyumasaydı kalır mıydım bir başıma? Genç yaşta dul bıraktı beni. Neyse, konuşturma beni. Rahmet olsun.”

Bir yandan kızarken bir yandan da gözünün nemini siliyordu örtüsü ile.

Daha fazla dayanamadım. “Nine, şu çakmak çok mu değerli? Neden hep yanında taşıyorsun?”

Ağzının sol yanında, dudaklarının birleştiği yerde sigarası; sağ taraftan kahvaltısını yapıyordu. Kafasını kaldırıp, şöyle bir baktı. Ağzındaki zeytinin çekirdeğini yine sağ taraftan çıkardı. Sonra gözleri dola dola anlatmaya başladı çakmağın hikâyesini.

Tam yılını hatırlamıyor. Bin dokuz yüz elliler.

Eskişehir.                                                     

Yaz mevsiminin kelimenin tam anlamıyla yaşandığı günler.

Gece hafiften esen rüzgâr şafak vakti kesilir, yatsı ezanına kadar yaprak dahi kımıldamazmış. Porsuk dahi kurumaya yüz tutmuş, kışın hoyratça akarken yaz aylarında geriye irili ufaklı su birikintileri arasındaki sazlıklar kalmış. Kışın sert geçtiği günlerde donan nehir, daha bahar başlar başlamaz hırçınca çağlamaya başlamış, Mart ayında büyük bir taşkınla şehir merkezini alt üst etmiş. O yıl kışı kış gibi, yazı da yaz gibi yaşamışlar Eskişehir’de.

Dedem hava ikmalde teknisyenmiş. Ninemin dediğine göre de işinin ehliymiş. Bir şekilde dedemi birkaç aylığına Amerika’ya göndermiş ordu; orada bir takım teknik eğitimler alsın diye. Şimdi adını hatırlamıyorum, bir çeşit kaynak yapabilmek için eğitim almış. Türkiye’de o kaynağı ilk yapan dedemmiş. Ne kadar zorlasam da hatırlayamıyorum adını, ama jetlerin kanatlarını tamir ederken kullanılırmış bu kaynak türü. Her neyse. Tabii dedem Amerika’dan gelirken kendisine bir tane Zippo çakmak almış; ninemin elindeki çakmak bu çakmak. İlk defa orada görüyor dedem Zippo’yu. Şimdilerde her yerde var ama o zamanlar Türkiye’de pek bilen yok. Zippo esasen Amerikan donanması için üretilen bir çakmakmış. Diğer çakmaklardan en büyük farkı da içindeki yakıtı; denizin ortasında, fırtınaların içinde sönmeden yansın diye jet yakıtı koymuşlar içine üretenler. Bazı insanlar hava kuvvetlerinin çakmağı olduğunu söylerler ama doğrusu böyleymiş. Ninem kendinden çok emindi.

Dedemin adı Zippo Remzi’ye çıkmış bu çakmaktan dolayı. Zippo Remzi aşağı, Zippo Remzi yukarı, Zippo Remzi aprona, Zippo Remzi hangara!

Uyumayı severmiş dedim ya, dedem fırsatını bulunca hava ikmalin hangarlarında bir yere kıvrılır uyurmuş. Bir gün tamir ettiği jetin kanadında uyurken arkadaşları çay hazır diye uyandırmışlar. Öğleden sonra serinlik başladığı zaman piknik tüpünde çay demlenir; kâh bir uçağın kanadının altında, kâh hangarda, kâh kulenin gölgesinde muhabbet eşliğinde içilirmiş. Uyanmış, kanadın üzerinde doğrulmuş dedem, tablasını çıkarıp ağzına bir uzun asker sigarası koymuş. Bir gözü kapalı, diğeri yarı açık, arkadaşlarına bakıp, dönen muhabbeti anlamaya çalışıyormuş.  O arada, Zippoyu çakmış çakmasına ama bir türlü yakamamış. Atlamış aşağıya, uçağın öbür tarafına geçip, yakıt deposunun kapağını gevşetmiş. Arkasını açtığı çakmağı dayamış depoya, oradan sızdırdığı jet yakıtıyla doldurmaya başlamış. O zamanlar Zippo’nun benzinini nereden bulacak? Tam yerinde çalışıyor, bittikçe jetlerin deposundan sızdırarak doldururmuş.

Dedem bir yandan çakmağı dolduruyor, bir yandan da kendisine takılan arkadaşlarına laf yetiştirmeye çalışıyormuş.

“Ulan adama bak be, çakmağın gazını jetten çekiyor!”

“Yakalanacaksın bir gün komutana Zippo Remzi!”

“Devlet benzini uçağa koyun diye gönderiyor ama bizimkinin çakmağı doluyor.”

Hepsini dinledikten sonra dedem, “attırmayın tepemin tasını, yemişim komutanını” dercesine götürmüş çakmağı ağzına, daha millet yapma diye uyarmaya kalmadan çakıvermiş. Güm. Koskoca hangar havaya uçmuş. Hangarın kapısının önünde oturan arkadaşları güç bela kendilerini atmışlar, dedem de durumu fark edip koşmaya başlamış ama nafile, uçağın alev alan deposu daha hangardan çıkamadan patlamış. Yangından geriye bir tek dedemin çakmağı kalmış.

Kara haber tez ulaşır, nineme de öğleden sonra ulaştırmışlar dedemin ölüm haberini. Ninem “Vay Remzi, gözün kör olsun Remzi! Köpekler gibi uyurdun, uyumaya doy şimdi.” diye feryat figan etmiş. Çakmağı dedemin dolabındaki üç beş eşyasıyla beraber nineme vermişler. Genç yaşta dul kalan ninem o gün eline aldığı çakmağı ölene kadar yanından ayırmadı. Dedemin öldüğü gün başladığı sigarayı artıra artıra içmeye devam etti ölene kadar. Seksen sekiz yaşında öldüğünde günde altı paket sigara içiyordu. Çakmağı sabah kalkınca bir kere çakar, bir sigarayı söndürmeden diğerini yakardı. Sigaradan ölmedi, ömrü o kadar vefa etti. Her neyse, mekânı cennet olsun. Allah rahmet eylesin.

“Köpekler gibi uyurdu, uykusuna doyamadığından gitti” derdi ninem, Zippo Remzi gitti. Ninem de gitti, ama Zippo hala duruyor. Bende. Sigara içmiyorum, ama ben de yanımda taşıyorum. Hatırası var.

___
*Öykü Atölyesi dokuzuncu hafta için yazdığım öykü. Yorumları sayfa altına bırakınız lütfen. 
**Atölye moderatörü için not: Kelimelerin hepsi kullanıldı, başlığın türevi kullanıldı (ki bence kabul edilebilir), bir şey patladı.
***Haftanın diğer öykülerine Twitter'da #cikoya9 etiketinden ulaşabilirsiniz.

12 Temmuz 2015 Pazar

MAHKÛM

“Pelte! Pelte! Ulan Pelte! Uyansana ulan!”

Heyecandan sesi titreyen Zaza bir yandan köşede uyuyan Pelte’yi uyandırmaya çalışıyor, bir yandan da etrafındakilere sessiz olmalarını işaret ediyordu. Deve, Suskun ve Cafcuf karanlıkta kapının önünde Pelte’nin uyanmasını bekliyorlardı.

“Amma uyuşuk bu Pelte de. Deve sırtlasın, bu gidişle bu uyanana kadar yakalanırız.”

“Bir kere de ağzından bana zararı dokunmayan bir şey çıksın be Cafcuf.”

Zaza’nın bütün çabasına rağmen bir türlü uyanmıyordu Pelte. Deve ile Cafcuf’un kapının önündeki muhabbeti gittikçe tehlikeli hale gelmeye başlıyordu. Çekilin dercesine bir bakış fırlattı Suskun, bu beceriksizler bütün işi berbat edeceklerdi. İçeri girip, şöyle sağlam bir çimdik attı Pelte’ye. Tam çığlık atacaktı ki, Zaza o koca elleriyle ağzını tıkadı Pelte’nin.

“Kalk ulan kalk. Planı unuttun mu?”

Pelte kan çanağına dönmüş gözlerini ovuşturdu, yavaşça doğrulup kapıya doğru yöneldi diğerlerinin ardından. En önde Suskun, diğerleri arkasına sıralanmış, ana kapıya doğru uzanan patikaya ulaşmak üzere sessizce yürümeye başladılar. En ufak bir hata bütün planı berbat edebilirdi. Çok sessiz olmaları gerekiyordu. Kör noktalardan geçerek kameraları alt edebilirlerdi, fakat en ufak bir gürültü olursa yakalanmaları kesindi. İnsanlar devriye geziyorlardı zira. Kafeslerin önünden geçerken yerde sürünüyor, ayak sesi duyunca çalıların arasında gizleniyor, yakalanmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Çok az kalmıştı artık, özgürlüğe açılan kapı şu patikanın sonundaydı.

Bütün plan Suskun’a aitti. Buranın en eskilerindendi bu bilge Baykuş. Adıyla müsemmaydı, önemli bir mevzu olmadığı müddetçe sessizliğini bozmaz, her şeyi dikkatle takip eder, nerede ne olup bittiği gözünden kaçmazdı. Yıllardır buradan kaçmanın hayalini kuran Suskun, planını yalnızca Zaza, Pelte, Deve ve Cafcuf’a anlattı. Onlara güvenebilirdi. Zaza dağlarda yakalanıp getirilmiş bir tekeydi; korkutucu boynuzları, battaniye gibi kılları vardı, epey güçlüydü. Okaliptüsün dibine vurdukça uyuyan koala Pelte, uyuşuk bir tipti. Sarılacak bir şey bulsun, sızar giderdi. O yüzden bu kadar uzun sürmüştü zaten uyanması. Deve, adından anlaşılacağı gibi koca bir deve; Cafcuf ise esprili bir deve kuşuydu. Bu ikisi beraber takılırlar, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. İroni dedikleri şey bu olsa gerekti.

Doğada böyle bir ekiple karşılaşmak ihtimal dâhilinde değildir herhalde. Gelgelelim burası da doğal ortam değil, ülkenin en büyük hayvanat bahçesiydi. Hepsi doğadan koparılmış bu hayvanlar bir takım insanlar kendilerini ziyaret etsinler diye kapatılmıştı kafeslere. Şaşkın, heyecanlı, ürkek, meraklı, sevinçli, endişeli, devasa, minyon, kadın, erkek, genç, yaşlı, çocuk insanlar. Ziyaret saatleri arasından tam bir cümbüş havası yaşanır, gece çökünce derin bir sessizlik kaplar dört bir yanı, eski günler özlemle yâd edilir, bir güvenlikçinin giderek yaklaşan ayak sesleri duyulunca uyuyormuş gibi davranılırdı. Böyleydi işte hayvanat bahçesi sakinlerinin bir günü. Burada yaşamak yavaş yavaş kemirirdi özgürlük algısını, bir gün çıkıp gidebilmenin umudu eninde sonunda çaresiz kabullenişlere bırakırdı yerini.

Saniyeler saat, dakikalar ay olmuş, vakit sanki geçmek bilmiyordu. Uzun ve titiz uğraşlardan sonra kapıya ulaştılar.

“Hadi, hadisenize ulan ne bekliyorsunuz? Deve’nin üstüne çıkın. Başka türlü aşamazsınız bu kapıyı.”

“Sırıtma lan Cafcuf! Hep beni bulur pis işler arkadaş. Neyse, buraya kadar geldik, yapacak bir şey yok.”

Onlar kendi aralarında kapıyı nasıl aşacaklarına dair konuşadursunlar, kapının öte tarafında bekleyen Suskun ileriden koşarak gelen insanları gördü.

“Çabuk! Çabuk! Geliyorlar, yakalayacaklar!”

“Kaç Suskun, kaç!” Hep bir ağızdan Suskun’a kaçmasını söylüyorlardı.

Sesler birbirine karıştı, başı döndü Suskun’un, birkaç adım atabildi, yalpaladı. Güçlükle ilerledi, arkasına baktığında arkadaşlarının yakalandığını gördü. Karmakarışık düşünceler beynini kemirirken ne yana gittiğinin farkında değildi. Tek isteği vardı, uzaklaşmalıydı oradan. Orası zulümdü, orada tükenmek bilmeyen azap vardı. Tek renk duvarların arasında hayale yer bırakılmamıştı. Normların dışında yaşamak düşünülemezdi; makineler gibi davranmanız bekleniyordu, insanoğlunun normal kabul ettiği makineler. Orada kalamazdı Suskun. Orada kaldığı her gün bir şeyler kuruyup dökülüyordu içinde, kökleri çekiliyordu topraktan, kanatları kırılıyordu göğün orta yerinde. Bu şekilde karanlığın içine karıştı gitti.

***

Ertesi sabah gazetenin üçüncü sayfasında şöyle bir haber vardı:

“Arkadaşları arasında Suskun diye tanınan Edip Sert (32), akıl hastanesinden kaçtı. Ağır psikolojik sanrıları olan Sert, kendisini hayvan sanıyordu. Şehrin hayvanat bahçesinde 10 yıl çalışan Sert’in buradaki manzaralardan etkilendiği ve psikolojik durumunun giderek kötüleşmesi sebebiyle akıl hastanesine yatırıldığı öğrenildi. Dört hastayı kaçmak için örgütleyen Sert dışında kaçmayı başarabilen olmadı. Ekipler hala kendisini yakalamaya çalışıyorlar. Emniyet güçleri vatandaşların şüpheli şahısları ihbar etmelerini tavsiye etti. Olayın ertesi sabahı Sert’in odasına giren klinik görevlileri duvara yazılmış şu yazıyla karşılaştılar: HAYVANATI İNSANA MAHKÛM ETTİNİZ!”

­­­___
*Bu hafta, ki sekizinci hafta oluyor, öykü atölyesinde tek sınırlama olayın hayvanat bahçesinde geçmesiydi.

**Kısa zamanda, zor yazılmış bir öykü oldu “Mahkûm”. Yardımları için @anythingtoadd'a teşekkürler. Her zamanki gibi yorum ve eleştirileri bekliyorum. 
***Bu haftanın diğer öyküler için Twitter'da #serbestinko8 etiketine bakabilirsiniz.

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...