Devletler ve
devletlerarası/devletlerüstü kuruluşlardan müteşekkil bir takım aktörler
günümüz dünyasında ekonomik ve buna bağlı siyasal muhalefete karşı müsamaha
göstermemektedirler. Küresel hegemonyanın demokrasiye yönelik vurguları
demokrasinin bizatihi kendisiyle çelişmekte, farklı seslerin yükselmesine
farklı araçlar vasıtasıyla ciddi biçimde karşı konulmakta, muhalif ideoloji ve
hareketler olabildiğince gayrimeşru ilan edilmekte, yalıtılmakta ve
bitirilmektedir. Yirmi birinci yüzyıl, kapitalizmin hegemonyasını özelleşme,
özelleştirme ve bireyselleşme vasıtasıyla küresel ölçekte kabul ettirdiği ve
farklı söylemlere yaşam hakkı tanımadığı bir yüzyıl olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Belirli dönemlerde ciddi
krizlere giren kapitalizmin –son olarak 2008 küresel finansal krizi- giderek
sorgulanmaz, daha doğrusu sorgulanmasına müsaade edilmeyen ve kitleler nezdinde
sorgulanması ihtiyacı duyulmayan bir sistem haline dönüştüğü aşikardır. Kriz
durumlarında bir takım eleştiriler dile getirilmekle beraber, bunlar çok büyük
ölçüde kapitalizmin, serbest piyasanın, neoliberalizmin kendisine yönelik
eleştiriler değildir. Sistem eleştirisi yapmaksızın sistem içerisindeki aktör
ve olayların eleştirilmesi durumu aslında kapitalizme –bilinçli olmasa da- bir
güven duyulduğunun da göstergesidir.
Liberal ekonominin ön
kabullerinden birisi bireylerin rasyonel aktörler olduğudur. Bu, üzerinde ciddi
tartışmaların yapılabileceği bir yargı olup, bizim esas problemimiz değil.
Serbest piyasa ekonomisin yakın tarihteki serüvenine bakmak bile bize
kapitalizmin bir inanç sitemi olduğunu göstermektedir. Kapitalizme duyulan bir
güven olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmadığımız takdirde sistemin
kökenlerine dair derin sorgulamaların neden azınlık ölçüsünde kaldığını
anlamamız da pek mümkün olmayacaktır. Daha önce de belirttiğim gibi, kriz
zamanlarında dahi yükselen eleştiriler aktör ve durumlara ilişkin sınırlı
eleştirilerdir.
Kapitalizmin bir inanç
sistemi olduğu iddiası hiç de yabana atılabilir bir iddia değildir. Liberal
ekonominin fikir babalarının kapitalizmi din kisvesine büründürme çabaları
eserlerinin satır aralarında okunabilmektedir. Bu dini, sürekli üretimi ve
dolayısıyla sürekli tüketimi tetikleyen, kendi tüketim kültürünü oluşturan,
özel mülkiyet fikrinden yola çıkarak toplumsallığın karşısına alabildiğine
bireyselciliği yerleştiren bir din olarak tanımlayabiliriz. Özellikle Friedrich
Hayek, Milton Friedman ve Ayn Rand’ın teorik temellerini attığı bu bireyselci
din 1970’lerden sonra Margaret Thatcher ve Ronald Reagan gibi önemli liderler
vasıtasıyla hayat buldu. Thatcher’ın bireyselciliğe dair görüşleri şu
şekildeydi:
Siyasetin son 30 yıldaki gidişatının
beni en fazla rahatsız eden tarafı, hep kolektivist toplum yönünde ilerlemiş
olmasıdır. İnsanlar kişisel toplumu unuttular. […] Ve bu yüzden ekonomi
politikalarını değiştirmekten ziyade, yaklaşımı değiştirmeyi amaçladım.
Ekonomiyi değiştirmek, bu yaklaşımı değiştirmenin bir aracıdır. Yaklaşımı
değiştirmek, ulusun kalbini ve ruhunu kazanmak demektir. Ekonomi yöntemdir;
hedef, kalbi ve ruhu değiştirmektir. (Sunday Times, 1 Mayıs 1981)
Özel olan ve özel
mülkiyetten yola çıkarak bireyselciliğin bu denli desteklenmesi, dahası
sürekli yeniden üretilen bir dogma olarak karşımıza çıkmasını idiotizm olarak
tanımlıyor Neal Curtis. İdiotizm:
Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi adlı eserinde özelleştirme temelli
kapsamlı bir kapitalizm eleştirisi yapan Curtis, özel olanın yaratılması için
kamusal olanın kapatıldığını iddia ediyor ve burada felsefi bir sorgulamanın
içine giriyor. Özellikle Martin Heidegger felsefesiNden yola çıkarak yapılan bu
sorgulama neoliberalizmin dayattığı ve muhaliflerine yaşam hakkı tanımadığı
sistemin sorunlarını da ortaya koyma noktasında önemli bir belge niteliğinde.
Heidegger’in “dasein”ı, yani “varlığın anlamı”, bir birlikte yaşama süreciyle
kendisini bulmaktadır. Dasein’ımız, yani dünyayla-ilişkili,
dünya-içindeki-varlığımız daima bir ötekilerle-birlikte-varlıktır. Bu şekliyle
baktığımız zaman toplumsal bir varlık olan insanın küresel çapta bir
mühendislik projesi ile bireyselleştirilmesi hedeflenmektedir ve bunun da uzun
vadedeki önemli neticelerinden birisi sisteme muhalefet edebilecek toplumsal
hareketlerin önünün kesilmesidir.
Küresel dünyada sisteme
muhalefet etme potansiyeli olan devletler çok uluslu şirketler ve devletlerarası/devletlerüstü kurumlar vasıtasıyla kontrol altında
tutulmaktadır. Örneğin kredi derecelendirme kuruluşları özel çıkarların kamusal
olana nasıl hükmettiğini açıkça göstermektedir. Devletler bu kuruluşların bir
nevi boyunduruğu altındadırlar. Hegemon ekonomik teamüllerin dışına çıkmanın
cezası bu kurumlardan düşük notlar almak, dolayısıyla da ekonomik dar boğaza düşmektir. Sisteme açıkça kafa tutan devletler de ambargolar vasıtasıyla
yalıtılmaktadır. Sistem kendisini öyle bir şekilde inşa etmiştir ki, devletler
bugün bu sistemin koruyucu sigortası işlevi görmektedir; böylece sistemin
devamlılığı sağlanmaktadır.
Kapitalist sistem, medya
ve sosyal medya yoluyla da ürettiği bireyi konformizmin sınırları içerisine
hapsetmektedir. Teknolojinin bir şeyleri bizim yerimize yapıyor olması, birey,
siyasi olarak pasifize edilmekte ve ortaya çıkan eylemler sistem tarafından
tepki doğurmayı gerektirmeyen eylemler olarak görülmektedir. Olaylar karşısında
sosyal medya üzerinden mesaj vermek bireysel tatmin sağlamaktadır. Birey
farkında olmaksızın, hatta kabul ederek dar bir özel alana mahkum edilmektedir.
Bunun izdüşümlerini Google’da açık bir biçimde görebilmekteyiz. Google internet
kullanımını muazzam bir biçimde kişiselleştirmekte, kullanıcıya uygun sanal
ortamlar yaratmaktadır. Bu da bireyi giderek daralan ve kişiye özel olan bir
alana itmektedir. Bunlara ek olarak protest kültürün de giderek metalaşması
durumuna şahit oluyoruz. Altkültürlere dair ürünlerin pop ögesi haline
getirdiğini görüyor, bireyin tüketim kültürüne bağımlı kalarak devrimci olmaya
çalıştığı bir süreçten geçiyoruz.
Bütün bir kapitalizm
içerisinde belki de muhalifliğin üretilebileceği en önemli merkezler olan
üniversiteler de bu hegemonyanın baskısından payına düşeni almaktadır. Giderek
çıkarcı bir bilgi üretim merkezi haline gelen üniversitelerde, özellikle
ekonomik kaynaklar vasıtasıyla, pragmatik değeri olmayan bilgiyi üreten
akademisyenlerin çalışmaları kabul görmemekte, bu akademisyenlerin düşünce
ortamları baskılanmaktadır. Günümüzde özellikle sosyal bilimlerde bu sıkıntılar
çokça yaşanmaktadır. Ekonomik kaygılar öne sürülerek Avrupa’da pek çok ülkede
sosyal bilimlere ayrılan ödenekler dramatik oranda düşürülmüştür. Japonya yakın
zamanda üniversitelerde sosyal bilimler bölümlerinin kapatılması yönünde bir
karar almıştır. Gerekçesi ise bu bölümlerin pratik bilgi üretmekten aciz
oldukları ve ekonomik kaynakların daha verimli işler için kullanılabileceğidir.
Kapitalizm bütün bir
sistem olarak özel olana atfettiği değer ile kendi bireyini üretmekte, siyasetin kendisini de-politize etmekte,
küresel bir tüketim kültürünü dayatmaktadır. Özelleştirmenin pençesindeki
bireyler belirli dönemlerde bir takım yüzeysel eleştirilerde bulunabilseler de,
sistemin felsefesine yönelik eleştirilerin yaygınlaşması söz konusu değildir.
Kapitalist demokrasi, bütün muhaliflerini bir şekilde tasfiye etmeye çalışmakta
ve bu yönüyle de esasında otoriter bir rejim olduğunu dışavurmaktadır. Bütün
bunları söyledikten sonra belirtmek gerekir ki, yazının amacı mevcut kapitalist
sisteme alternatif bir model ortaya koymak değildir. Fakat Curtis’in de
kitabını bitirdiği şekilde bitirirsek, uyuşmazlık, heterojenlik ve farklılık
bilincimizi yükseltmemiz, adalet arayışından doğan sorumluluklarımıza
odaklanmamız, araştırma ve öğrenim alanında polemikçi hakikat etrafında
merkezsizleşmemiz gerekir (s. 245).
Kaynakça
Curtis,
Neal (2015). İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi (Mehmet Ratip,
Çev.) İletişim Yayınları. İstanbul.
___
25.12.2015 tarihinde Ukba Dergisi'nde yayınlanmıştır. Orijinal link: http://ukbadergisi.com/2015/12/kapitalist-demokrasi-ve-dogmatik-bireyselcilik/