12 Temmuz 2015 Pazar

MAHKÛM

“Pelte! Pelte! Ulan Pelte! Uyansana ulan!”

Heyecandan sesi titreyen Zaza bir yandan köşede uyuyan Pelte’yi uyandırmaya çalışıyor, bir yandan da etrafındakilere sessiz olmalarını işaret ediyordu. Deve, Suskun ve Cafcuf karanlıkta kapının önünde Pelte’nin uyanmasını bekliyorlardı.

“Amma uyuşuk bu Pelte de. Deve sırtlasın, bu gidişle bu uyanana kadar yakalanırız.”

“Bir kere de ağzından bana zararı dokunmayan bir şey çıksın be Cafcuf.”

Zaza’nın bütün çabasına rağmen bir türlü uyanmıyordu Pelte. Deve ile Cafcuf’un kapının önündeki muhabbeti gittikçe tehlikeli hale gelmeye başlıyordu. Çekilin dercesine bir bakış fırlattı Suskun, bu beceriksizler bütün işi berbat edeceklerdi. İçeri girip, şöyle sağlam bir çimdik attı Pelte’ye. Tam çığlık atacaktı ki, Zaza o koca elleriyle ağzını tıkadı Pelte’nin.

“Kalk ulan kalk. Planı unuttun mu?”

Pelte kan çanağına dönmüş gözlerini ovuşturdu, yavaşça doğrulup kapıya doğru yöneldi diğerlerinin ardından. En önde Suskun, diğerleri arkasına sıralanmış, ana kapıya doğru uzanan patikaya ulaşmak üzere sessizce yürümeye başladılar. En ufak bir hata bütün planı berbat edebilirdi. Çok sessiz olmaları gerekiyordu. Kör noktalardan geçerek kameraları alt edebilirlerdi, fakat en ufak bir gürültü olursa yakalanmaları kesindi. İnsanlar devriye geziyorlardı zira. Kafeslerin önünden geçerken yerde sürünüyor, ayak sesi duyunca çalıların arasında gizleniyor, yakalanmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Çok az kalmıştı artık, özgürlüğe açılan kapı şu patikanın sonundaydı.

Bütün plan Suskun’a aitti. Buranın en eskilerindendi bu bilge Baykuş. Adıyla müsemmaydı, önemli bir mevzu olmadığı müddetçe sessizliğini bozmaz, her şeyi dikkatle takip eder, nerede ne olup bittiği gözünden kaçmazdı. Yıllardır buradan kaçmanın hayalini kuran Suskun, planını yalnızca Zaza, Pelte, Deve ve Cafcuf’a anlattı. Onlara güvenebilirdi. Zaza dağlarda yakalanıp getirilmiş bir tekeydi; korkutucu boynuzları, battaniye gibi kılları vardı, epey güçlüydü. Okaliptüsün dibine vurdukça uyuyan koala Pelte, uyuşuk bir tipti. Sarılacak bir şey bulsun, sızar giderdi. O yüzden bu kadar uzun sürmüştü zaten uyanması. Deve, adından anlaşılacağı gibi koca bir deve; Cafcuf ise esprili bir deve kuşuydu. Bu ikisi beraber takılırlar, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. İroni dedikleri şey bu olsa gerekti.

Doğada böyle bir ekiple karşılaşmak ihtimal dâhilinde değildir herhalde. Gelgelelim burası da doğal ortam değil, ülkenin en büyük hayvanat bahçesiydi. Hepsi doğadan koparılmış bu hayvanlar bir takım insanlar kendilerini ziyaret etsinler diye kapatılmıştı kafeslere. Şaşkın, heyecanlı, ürkek, meraklı, sevinçli, endişeli, devasa, minyon, kadın, erkek, genç, yaşlı, çocuk insanlar. Ziyaret saatleri arasından tam bir cümbüş havası yaşanır, gece çökünce derin bir sessizlik kaplar dört bir yanı, eski günler özlemle yâd edilir, bir güvenlikçinin giderek yaklaşan ayak sesleri duyulunca uyuyormuş gibi davranılırdı. Böyleydi işte hayvanat bahçesi sakinlerinin bir günü. Burada yaşamak yavaş yavaş kemirirdi özgürlük algısını, bir gün çıkıp gidebilmenin umudu eninde sonunda çaresiz kabullenişlere bırakırdı yerini.

Saniyeler saat, dakikalar ay olmuş, vakit sanki geçmek bilmiyordu. Uzun ve titiz uğraşlardan sonra kapıya ulaştılar.

“Hadi, hadisenize ulan ne bekliyorsunuz? Deve’nin üstüne çıkın. Başka türlü aşamazsınız bu kapıyı.”

“Sırıtma lan Cafcuf! Hep beni bulur pis işler arkadaş. Neyse, buraya kadar geldik, yapacak bir şey yok.”

Onlar kendi aralarında kapıyı nasıl aşacaklarına dair konuşadursunlar, kapının öte tarafında bekleyen Suskun ileriden koşarak gelen insanları gördü.

“Çabuk! Çabuk! Geliyorlar, yakalayacaklar!”

“Kaç Suskun, kaç!” Hep bir ağızdan Suskun’a kaçmasını söylüyorlardı.

Sesler birbirine karıştı, başı döndü Suskun’un, birkaç adım atabildi, yalpaladı. Güçlükle ilerledi, arkasına baktığında arkadaşlarının yakalandığını gördü. Karmakarışık düşünceler beynini kemirirken ne yana gittiğinin farkında değildi. Tek isteği vardı, uzaklaşmalıydı oradan. Orası zulümdü, orada tükenmek bilmeyen azap vardı. Tek renk duvarların arasında hayale yer bırakılmamıştı. Normların dışında yaşamak düşünülemezdi; makineler gibi davranmanız bekleniyordu, insanoğlunun normal kabul ettiği makineler. Orada kalamazdı Suskun. Orada kaldığı her gün bir şeyler kuruyup dökülüyordu içinde, kökleri çekiliyordu topraktan, kanatları kırılıyordu göğün orta yerinde. Bu şekilde karanlığın içine karıştı gitti.

***

Ertesi sabah gazetenin üçüncü sayfasında şöyle bir haber vardı:

“Arkadaşları arasında Suskun diye tanınan Edip Sert (32), akıl hastanesinden kaçtı. Ağır psikolojik sanrıları olan Sert, kendisini hayvan sanıyordu. Şehrin hayvanat bahçesinde 10 yıl çalışan Sert’in buradaki manzaralardan etkilendiği ve psikolojik durumunun giderek kötüleşmesi sebebiyle akıl hastanesine yatırıldığı öğrenildi. Dört hastayı kaçmak için örgütleyen Sert dışında kaçmayı başarabilen olmadı. Ekipler hala kendisini yakalamaya çalışıyorlar. Emniyet güçleri vatandaşların şüpheli şahısları ihbar etmelerini tavsiye etti. Olayın ertesi sabahı Sert’in odasına giren klinik görevlileri duvara yazılmış şu yazıyla karşılaştılar: HAYVANATI İNSANA MAHKÛM ETTİNİZ!”

­­­___
*Bu hafta, ki sekizinci hafta oluyor, öykü atölyesinde tek sınırlama olayın hayvanat bahçesinde geçmesiydi.

**Kısa zamanda, zor yazılmış bir öykü oldu “Mahkûm”. Yardımları için @anythingtoadd'a teşekkürler. Her zamanki gibi yorum ve eleştirileri bekliyorum. 
***Bu haftanın diğer öyküler için Twitter'da #serbestinko8 etiketine bakabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...