“Pelte! Pelte! Ulan Pelte! Uyansana ulan!”
Heyecandan sesi titreyen Zaza bir yandan köşede uyuyan
Pelte’yi uyandırmaya çalışıyor, bir yandan da etrafındakilere sessiz olmalarını
işaret ediyordu. Deve, Suskun ve Cafcuf karanlıkta kapının önünde Pelte’nin
uyanmasını bekliyorlardı.
“Amma uyuşuk bu Pelte de. Deve sırtlasın, bu gidişle bu
uyanana kadar yakalanırız.”
“Bir kere de ağzından bana zararı dokunmayan bir şey
çıksın be Cafcuf.”
Zaza’nın bütün çabasına rağmen bir türlü uyanmıyordu
Pelte. Deve ile Cafcuf’un kapının önündeki muhabbeti gittikçe tehlikeli hale
gelmeye başlıyordu. Çekilin dercesine bir bakış fırlattı Suskun, bu
beceriksizler bütün işi berbat edeceklerdi. İçeri girip, şöyle sağlam bir
çimdik attı Pelte’ye. Tam çığlık atacaktı ki, Zaza o koca elleriyle ağzını
tıkadı Pelte’nin.
“Kalk ulan kalk. Planı unuttun mu?”
Pelte kan çanağına dönmüş gözlerini ovuşturdu, yavaşça
doğrulup kapıya doğru yöneldi diğerlerinin ardından. En önde Suskun, diğerleri
arkasına sıralanmış, ana kapıya doğru uzanan patikaya ulaşmak üzere sessizce
yürümeye başladılar. En ufak bir hata bütün planı berbat edebilirdi. Çok sessiz
olmaları gerekiyordu. Kör noktalardan geçerek kameraları alt edebilirlerdi,
fakat en ufak bir gürültü olursa yakalanmaları kesindi. İnsanlar devriye
geziyorlardı zira. Kafeslerin önünden geçerken yerde sürünüyor, ayak sesi
duyunca çalıların arasında gizleniyor, yakalanmamak için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Çok az kalmıştı artık, özgürlüğe açılan kapı şu patikanın
sonundaydı.
Bütün plan Suskun’a aitti. Buranın en eskilerindendi bu
bilge Baykuş. Adıyla müsemmaydı, önemli bir mevzu olmadığı müddetçe
sessizliğini bozmaz, her şeyi dikkatle takip eder, nerede ne olup bittiği
gözünden kaçmazdı. Yıllardır buradan kaçmanın hayalini kuran Suskun, planını
yalnızca Zaza, Pelte, Deve ve Cafcuf’a anlattı. Onlara güvenebilirdi. Zaza dağlarda
yakalanıp getirilmiş bir tekeydi; korkutucu boynuzları, battaniye gibi kılları
vardı, epey güçlüydü. Okaliptüsün dibine vurdukça uyuyan koala Pelte, uyuşuk
bir tipti. Sarılacak bir şey bulsun, sızar giderdi. O yüzden bu kadar uzun
sürmüştü zaten uyanması. Deve, adından anlaşılacağı gibi koca bir deve; Cafcuf
ise esprili bir deve kuşuydu. Bu ikisi beraber takılırlar, yedikleri içtikleri
ayrı gitmezdi. İroni dedikleri şey bu olsa gerekti.
Doğada böyle bir ekiple karşılaşmak ihtimal dâhilinde
değildir herhalde. Gelgelelim burası da doğal ortam değil, ülkenin en büyük
hayvanat bahçesiydi. Hepsi doğadan koparılmış bu hayvanlar bir takım insanlar
kendilerini ziyaret etsinler diye kapatılmıştı kafeslere. Şaşkın, heyecanlı,
ürkek, meraklı, sevinçli, endişeli, devasa, minyon, kadın, erkek, genç, yaşlı,
çocuk insanlar. Ziyaret saatleri arasından tam bir cümbüş havası yaşanır, gece çökünce derin
bir sessizlik kaplar dört bir yanı, eski günler özlemle yâd edilir, bir
güvenlikçinin giderek yaklaşan ayak sesleri duyulunca uyuyormuş gibi
davranılırdı. Böyleydi işte hayvanat bahçesi sakinlerinin bir günü. Burada
yaşamak yavaş yavaş kemirirdi özgürlük algısını, bir gün çıkıp gidebilmenin
umudu eninde sonunda çaresiz kabullenişlere bırakırdı yerini.
Saniyeler saat, dakikalar ay olmuş, vakit sanki geçmek
bilmiyordu. Uzun ve titiz uğraşlardan sonra kapıya ulaştılar.
“Hadi, hadisenize ulan ne bekliyorsunuz? Deve’nin üstüne
çıkın. Başka türlü aşamazsınız bu kapıyı.”
“Sırıtma lan Cafcuf! Hep beni bulur pis işler arkadaş.
Neyse, buraya kadar geldik, yapacak bir şey yok.”
Onlar kendi aralarında kapıyı nasıl aşacaklarına dair
konuşadursunlar, kapının öte tarafında bekleyen Suskun ileriden koşarak gelen
insanları gördü.
“Çabuk! Çabuk! Geliyorlar, yakalayacaklar!”
“Kaç Suskun, kaç!” Hep bir ağızdan Suskun’a kaçmasını
söylüyorlardı.
Sesler birbirine karıştı, başı döndü Suskun’un, birkaç
adım atabildi, yalpaladı. Güçlükle ilerledi, arkasına baktığında arkadaşlarının
yakalandığını gördü. Karmakarışık düşünceler beynini kemirirken ne yana
gittiğinin farkında değildi. Tek isteği vardı, uzaklaşmalıydı oradan. Orası
zulümdü, orada tükenmek bilmeyen azap vardı. Tek renk duvarların arasında
hayale yer bırakılmamıştı. Normların dışında yaşamak düşünülemezdi; makineler
gibi davranmanız bekleniyordu, insanoğlunun normal kabul ettiği makineler.
Orada kalamazdı Suskun. Orada kaldığı her gün bir şeyler kuruyup dökülüyordu
içinde, kökleri çekiliyordu topraktan, kanatları kırılıyordu göğün orta
yerinde. Bu şekilde karanlığın içine karıştı gitti.
***
Ertesi sabah gazetenin üçüncü sayfasında şöyle bir haber
vardı:
“Arkadaşları arasında Suskun diye tanınan Edip Sert (32),
akıl hastanesinden kaçtı. Ağır psikolojik sanrıları olan Sert, kendisini hayvan
sanıyordu. Şehrin hayvanat bahçesinde 10 yıl çalışan Sert’in buradaki
manzaralardan etkilendiği ve psikolojik durumunun giderek kötüleşmesi sebebiyle
akıl hastanesine yatırıldığı öğrenildi. Dört hastayı kaçmak için örgütleyen
Sert dışında kaçmayı başarabilen olmadı. Ekipler hala kendisini yakalamaya
çalışıyorlar. Emniyet güçleri vatandaşların şüpheli şahısları ihbar etmelerini
tavsiye etti. Olayın ertesi sabahı Sert’in odasına giren klinik görevlileri
duvara yazılmış şu yazıyla karşılaştılar: HAYVANATI İNSANA MAHKÛM ETTİNİZ!”
___
*Bu hafta, ki sekizinci hafta oluyor, öykü atölyesinde tek sınırlama
olayın hayvanat bahçesinde geçmesiydi.
**Kısa zamanda, zor yazılmış bir öykü oldu
“Mahkûm”. Yardımları için @anythingtoadd'a
teşekkürler. Her zamanki gibi yorum ve eleştirileri bekliyorum.
***Bu haftanın diğer öyküler için Twitter'da #serbestinko8 etiketine bakabilirsiniz.
***Bu haftanın diğer öyküler için Twitter'da #serbestinko8 etiketine bakabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder