“Yallah şoför yallah, ne beklisen? Yüreğimde kan eklisen.”
Sarp geçitleri ağır ağır geçen Magirus’un içindeki yorgun havayı dağıtmak yine
şoföre kalmıştı. Pek meşhurdu bu şarkı, uzun yolculuklar için de birebirdi
hani. İbrahim Tatlıses’in diye biliyordu herkes ya, esasen Bükanlı Hasan Zirak
söylemişti önce. İbo piyasaya sürünce şarkı patlamış gitmişti. Öyleydi tabii, o
zamanlar İbo söylesin yeter. Garajdaki tablacıdan almıştı bu kaseti şoför. Severdi
İbo’yu, güneşliğin üzerindeki fotoğraftan anlaşılmıyor muydu? Bir konserinde
gülümseyerek vermişti, imzalıydı. İmparator’u görmüştü ya dünya gözüyle, bu
tepeler aşılmaz mıydı hiç?
Cama dayadığı kafasının içindeki türlü düşünceler uyutmuyordu Fevzi’yi.
Kırlangıçlar göğün tam ortasına bütün heybetiyle oturmuş güneşe selam çakıyor, Tekir
Deresi yanına sıralanmış kavakları da kendisiyle beraber götürmek istercesine
çekiştiriyordu. Dağlara heybetli ardıçlar, onların gölgesine sığınmış kısa
çamlar gelişigüzel oturmuştu. Ne garip bir coğrafyaydı burası; İç Anadolu’nun
alabildiğine geniş bozkırları yerini yavaş yavaş yeşilin farklı tonlarına bırakmıştı.
Birkaç günlüğüne de olsa böylesine güzel bir yerde kalma düşüncesiyle
istemsizce tebessüm ediyordu dudakları. İyi olmuştu bu işin aniden çıkması,
Ankara’nın kasvetinden kurtulmak için fırsat kolluyordu bir süredir. Bundan
güzel fırsat mı olurdu?
Mülkiye müfettişlerindendi Fevzi. Gençti, daha okulu bitireli çok
olmamıştı. Bir hocasının tavsiyesi üzerine sınavlara girmiş, mülakatlara
katılmaya hak kazanmıştı. Mülakatlara kalınca hocası bakanlıktan birkaç kişiye
telefon açmış, bu delikanlıyı değerlendirmeleri gerektiğini söylemişti. Hatırı
sayılır bir adamdı hocası; üstüne Fevzi de mülakatta iyi bir performans
gösterince kurul vakit kaybetmeden onaylamıştı işe alınmasını. Amirlerinin
gözüne çabuk girmişti. Pratik zekâsıyla bürokratik engelleri rahatlıkla aşar,
kanunu iyi bilir, teftişlerde kimsenin gözünün yaşına bakmazdı. Bu zamanda
böyle dürüst müfettişi bulmak zordu, amirleri de bu sebepten kıymetini
biliyorlardı.
Mülkiye müfettişlerinden Hasan Bey’in aniden emekliliğini istemesiyle bu
teftişe çıkacak birisini aramışlar ve Fevzi’den daha iyi bir seçenek
bulamamışlardı. Hem başmüfettiş Cemil Bey özellikle Fevzi’nin gönderilmesini
istemişti, sahada işleri tek başına nasıl halledeceğini görmek istiyordu.
Cevher vardı bu delikanlıda cevher! Memlekete uzun yıllar hizmet edeceğini
düşündüğü bu gence her fırsatta destek olurdu Cemil Bey. Maraş’a göndermek için
de ondan daha iyisini bulacak hali yoktu. Valilikte yapılması gereken teftişler
vardı. Fevzi Maraş’a gidecek, birkaç gün içerisinde bütün teftişleri halledecek,
sonra da kapsamlı bir raporla bakanlığa geri dönecekti.
Göksun tarafından kıvrılan sarp yolları geçtikten sonra nihayet Maraş
ovasının uçsuz düzlüklerine ulaştı otobüs. Ovanın dağlar ile birleştiği
çizgiden tepelere doğru yükseliyordu şehir. En tepede ormanların hemen altında
dikkatli bakınca seçilen bağlar vardı. İnci gibi dizili tiyeklerin tepelerdeki
bodur çamlar ile şehrin çınarları arasına çektiği sınır buradan belli oluyordu.
Hafiften atıştırmaya başlayan yağmur daha da açığa çıkarmıştı şehrin uzaktan
görünen yeşilini. Koca gövdeli çınarların hafif rüzgârla ahenkli raksı
görülmeye değerdi, nazlı nazlı süzülüyordu geniş yapraklardan damlalar. Tek tük
apartmanlar dikilmeye başlanmıştı şehrin Kayseri tarafına; çok değildi ama
belli ki şehir bu tarafa doğru büyüyecekti.
Üç ince uzun yolun kavşağındaydı otogar, Kayseri, Adana, Antep yollarının
birleşiminde. Ağır ağır yanaştı Magirus perona, şoför susturdu yorgun motoru.
Çantasını alıp aşağı indi Fevzi, şöyle bir gerinip kendine gelmeye çalıştı.
Şehrin havası temizdi, içine çekti derin derin. Köşede ayakkabı boyayan çocuğa
yanaştı, “Vilayete nasıl giderim arkadaş?” diye sordu. Çocuk kafasını kaldırdı, Fevzi'nin yabancı olduğu sadece sorduğu sorudan değil, her halinden belliydi.
“Şora öte ızıcık yörü, dolmuşçuya sordun muydu götürüller seni ağam.”
“Eyvallah.”
“Boyıyam mı? Yoldan geliin, gendine gelsin çarıklar.”
Gülümsedi Fevzi, “Boya bakalım.”
“Nerden geliin ağam?”
“Ankara’dan”
“Oo, böyük şeherden geliin. Hoş geldin, sefa geldin.”
“Sağ olasın. Söyle bakalım, merkezde kalabileceğim bir otel var mı?”
“Olma mı ağam, Belli Otel var Trabzon Caddesi’nde. Vilayete de yakın hemi.
Dolmuşcuya dedin miydi götürür.”
Ayakkabıları boyandıktan sonra çocuğa parasını verip durağa gitti.
Otogardan merkeze doğru ağır ağır hareket etti dolmuş. Trabzon Caddesi’nde inip
oteli buldu. Altında dükkânlar olan üç katlı otel uzunlamasına yayılmıştı
caddenin kenarına. Odasına yerleşti, ceketini alıp çıktı adımlamak için. Şehrin
merkezindeydi, vilayet birkaç yüz metre uzağındaydı, ulu camii ve kale yine
öyle. Kale’ye doğru yavaş yavaş adımlamaya başladı. Heybetli heybetli oturmuştu
yığma tepenin üzerine Maraş kalesi. Daha dolmuşla gelirken ilişmişti gözüne
Fevzi’nin. “İnsanoğlu ne işler yapıyor?” diye geçirdi içinden. Kesinlikle
çıkmalıydı kaleye, görülmeye değerdi. Hem, Maraş’ın tamamı ayaklarının altında
kalır demişti otelin kapıcısı.
O günün kalanını kalenin surlarından şehri izleyerek geçirdi. Gün battıktan
sonra otele dönüp uykuya daldı. Ertesi sabah ezanla beraber uyandı, namazı
kılıp otelden ayrıldı. Biraz adımlayacak, vakit ilerleyince de kahvaltı
yapacaktı. Bu niyetle yürürken burnuna çorba kokuları geldi. Az ilerideki
paçacının kapısında buldu kendisini.
“Buyur ede, şifa niyetine iç bir tas paçamızdan. Oğlum edeme bir masa
ayarla hele.”
Dayanamadı kokusuna paçanın, başıyla onayladı. Hakikaten dediği kadar vardı
paçacının, şifa niyetine içilirdi bu; ekşili, salçalı, sarımsağı bol. Sabah
içilirmiş Maraş’ta paça, öyle olduğu kadar vardı. Kendisine gelmişti Fevzi,
hesabı ödeyip kalktı. Vilayete doğru yola koyuldu. Mesai başlamamıştı henüz,
fakat böylesi daha iyiydi. Zaten kimselere haber verilmemişti bakanlıktan.
Arşive şöyle bir girip bakacak, vali gelmeden önce büyük ölçüde halledecekti
işini. Öyle de oldu.
Kapıda bekçi karşıladı kendisini. Tok bir sesle “Dur hele ede, nere gidiin?”
diye sordu sormasına ama Fevzi’nin kimliğini görünce hemen toparlandı. “Hoşgelmissin
müfettiş bey” deyip buyur etti.
“Kimseye haber verme bekçi efendi. Arşive götür beni. Kimsecikler gelmeden
başlayalım teftişe.”
Başını salladı bekçi, “Emrin olur.”
Arşive inen basamakları geçtiler. Bekçi kapıdaki asma kilidi belindeki
anahtarlardan birisiyle açtı.
“Hele şu sandıkları aç bakalım sen, içinde neler var bir görelim.”
Tozlu sandıkları açtı bekçi, içine ayrıntılı biçimde baktı Fevzi. İki bin
beş yüz seksen, iki bin beş yüz seksen bir, iki bin beş yüz seksen iki;
saymakla bitmezdi bu dosyalar. Raflara yöneldi, oradaki dosyaların da bir
kısmını inceledikten sonra “Çıkabiliriz” gibisinden işaret etti bekçiye.
Ayrıldılar arşivden.
“Valiye söylersin benim geldiğimi, şimdi çıkıyorum. Tekrar uğrarım gün
içinde.”
Binadan dışarı çıkınca kaldırıma çökmüş duran birini gördü. Kendi kendine
konuşan adamı gösterip, “Bir bakalım, bir derdi mi var? Hayır olsun” dedi.
Bekçi hafiften sırıtarak, “O mu? Yok müfettiş bey, o bizim Tutçu. Aklı
başında deel zavallının.”
Dutçu’ya bakakaldı Fevzi, sonra irkilerek döndü bekçiye.
Anlamış olacak ki anlatmaya başladı Bekçi, “Bu Tutçu bir garip ırgat ıdı. Bağlardaki
tut bahçalarına geder tut toplar ıdı yövmiyeynen. Bir garip anasıynan barabar
yaşar gederlerdi. Sonra bir gün”
Durakladı bekçi, gözleri nemlenmişti.
“Ee, sonra bir gün?”
“Sonra bir gün asker bastı evleri sabahınan. Bu garibin de yaşlı anasına
dipçiğinen vuruşun biri, oracıkta canını vermiş avrat. Tutup götürdüler Tutçu’yu
bir sürü garibinen. Epey bir haber gelmediydi. Sonra bir gün Adana
taraflarından yörüyü yörüyü gelirken görmüşler. Tanımamışlar önce elbet. Saçını
neyim tıraşlamışlar, ağzı yüzü yara içinde. Eyle işte. O zamannıdan belli böyle
dolanır garip.”
Kalbinden bir şeyler kopup gitti Fevzi’nin, tahayyül etmeye çalıştı bir an
için. Beceremedi. Akıl alır mıydı bu zulmü? Yavaşça Dutçu’nun yanına sokuldu bekçiyle
beraber.
“Tutçu, lan Tutçu. Bak hele Tutçu. Müfettiş Ferzi Bey lan bu, Angara’dan.
Böyük adam. Kime diim lan?”
Oralı olmadı Dutçu. Eliyle susmasını işaret etti Fevzi, gitmesini salık
verdi. Uzaklaştı bekçi. Yanına çömeldi Dutçu’nun. Dizi kan revan içindeydi
garibin. Cebinden mendilini çıkarıp sildi Fevzi. Başını okşadı. Kendisiyle aynı
yaşta olmalıydı Dutçu. En fazla bir iki yaş fark olabilirdi aralarında. Baktıkça
içi burkuldu, “Allah’ım bu nasıl bir zulümdür?” Ankara’nın soğuk iklimi geldi
aklına. Memleketin insanıyla arasına evrak yığınlarından setler çeken, yabancılaşmış
mendebur suratlı memurları düşündü. Ana babalara zulüm etmek zorunda kalırken
anası babası zulüm gören erleri düşündü. Ayaklandı. Kafasındaki sesleri
susturmaya çalıştı, bütün düşüncelerini bir kenara bıraktı. Bir garip ırgatı
düşman gören devletin müfettişi olamazdı artık. Dönemezdi başşehrin köhnemiş
koridorlarına.
Dilinde yeni çıkmış bir şarkı, ara sokaklarına daldı Maraş’ın.
“Bu ne yaman
çelişki anne?”
___
Bu öykü denemesini "öykü
alıştırması" adlı atölye çalışması için yapmış
bulunuyorum. Dileyenler bu kapsamda yazılmış başka öykülere linkten
ulaşabilirler. Tekniğe, üsluba, içeriğe dair her
türlü yorumun başımın üzerinde yeri vardır. Aşağıya
iliştirirseniz memnun edersiniz.
*Atölye için not: Kelimelerin tamamı kullanıldı. Ek
zorluklardan birincisi hariç hepsi yerine getirildi. (2/3)
**Diyalogların bir kısmı Maraş ağzıyla yazılmıştır. Yazım
hatası olarak değerlendirmeyin.
***Hasan Zirak'ın "Yallah Şoför" türküsü için tıklayınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder