4 Temmuz 2015 Cumartesi

YAMAN ÇELİŞKİ

“Yallah şoför yallah, ne beklisen? Yüreğimde kan eklisen.”

Sarp geçitleri ağır ağır geçen Magirus’un içindeki yorgun havayı dağıtmak yine şoföre kalmıştı. Pek meşhurdu bu şarkı, uzun yolculuklar için de birebirdi hani. İbrahim Tatlıses’in diye biliyordu herkes ya, esasen Bükanlı Hasan Zirak söylemişti önce. İbo piyasaya sürünce şarkı patlamış gitmişti. Öyleydi tabii, o zamanlar İbo söylesin yeter. Garajdaki tablacıdan almıştı bu kaseti şoför. Severdi İbo’yu, güneşliğin üzerindeki fotoğraftan anlaşılmıyor muydu? Bir konserinde gülümseyerek vermişti, imzalıydı. İmparator’u görmüştü ya dünya gözüyle, bu tepeler aşılmaz mıydı hiç?

Cama dayadığı kafasının içindeki türlü düşünceler uyutmuyordu Fevzi’yi. Kırlangıçlar göğün tam ortasına bütün heybetiyle oturmuş güneşe selam çakıyor, Tekir Deresi yanına sıralanmış kavakları da kendisiyle beraber götürmek istercesine çekiştiriyordu. Dağlara heybetli ardıçlar, onların gölgesine sığınmış kısa çamlar gelişigüzel oturmuştu. Ne garip bir coğrafyaydı burası; İç Anadolu’nun alabildiğine geniş bozkırları yerini yavaş yavaş yeşilin farklı tonlarına bırakmıştı. Birkaç günlüğüne de olsa böylesine güzel bir yerde kalma düşüncesiyle istemsizce tebessüm ediyordu dudakları. İyi olmuştu bu işin aniden çıkması, Ankara’nın kasvetinden kurtulmak için fırsat kolluyordu bir süredir. Bundan güzel fırsat mı olurdu?

Mülkiye müfettişlerindendi Fevzi. Gençti, daha okulu bitireli çok olmamıştı. Bir hocasının tavsiyesi üzerine sınavlara girmiş, mülakatlara katılmaya hak kazanmıştı. Mülakatlara kalınca hocası bakanlıktan birkaç kişiye telefon açmış, bu delikanlıyı değerlendirmeleri gerektiğini söylemişti. Hatırı sayılır bir adamdı hocası; üstüne Fevzi de mülakatta iyi bir performans gösterince kurul vakit kaybetmeden onaylamıştı işe alınmasını. Amirlerinin gözüne çabuk girmişti. Pratik zekâsıyla bürokratik engelleri rahatlıkla aşar, kanunu iyi bilir, teftişlerde kimsenin gözünün yaşına bakmazdı. Bu zamanda böyle dürüst müfettişi bulmak zordu, amirleri de bu sebepten kıymetini biliyorlardı.

Mülkiye müfettişlerinden Hasan Bey’in aniden emekliliğini istemesiyle bu teftişe çıkacak birisini aramışlar ve Fevzi’den daha iyi bir seçenek bulamamışlardı. Hem başmüfettiş Cemil Bey özellikle Fevzi’nin gönderilmesini istemişti, sahada işleri tek başına nasıl halledeceğini görmek istiyordu. Cevher vardı bu delikanlıda cevher! Memlekete uzun yıllar hizmet edeceğini düşündüğü bu gence her fırsatta destek olurdu Cemil Bey. Maraş’a göndermek için de ondan daha iyisini bulacak hali yoktu. Valilikte yapılması gereken teftişler vardı. Fevzi Maraş’a gidecek, birkaç gün içerisinde bütün teftişleri halledecek, sonra da kapsamlı bir raporla bakanlığa geri dönecekti.

Göksun tarafından kıvrılan sarp yolları geçtikten sonra nihayet Maraş ovasının uçsuz düzlüklerine ulaştı otobüs. Ovanın dağlar ile birleştiği çizgiden tepelere doğru yükseliyordu şehir. En tepede ormanların hemen altında dikkatli bakınca seçilen bağlar vardı. İnci gibi dizili tiyeklerin tepelerdeki bodur çamlar ile şehrin çınarları arasına çektiği sınır buradan belli oluyordu. Hafiften atıştırmaya başlayan yağmur daha da açığa çıkarmıştı şehrin uzaktan görünen yeşilini. Koca gövdeli çınarların hafif rüzgârla ahenkli raksı görülmeye değerdi, nazlı nazlı süzülüyordu geniş yapraklardan damlalar. Tek tük apartmanlar dikilmeye başlanmıştı şehrin Kayseri tarafına; çok değildi ama belli ki şehir bu tarafa doğru büyüyecekti.

Üç ince uzun yolun kavşağındaydı otogar, Kayseri, Adana, Antep yollarının birleşiminde. Ağır ağır yanaştı Magirus perona, şoför susturdu yorgun motoru. Çantasını alıp aşağı indi Fevzi, şöyle bir gerinip kendine gelmeye çalıştı. Şehrin havası temizdi, içine çekti derin derin. Köşede ayakkabı boyayan çocuğa yanaştı, “Vilayete nasıl giderim arkadaş?” diye sordu. Çocuk kafasını kaldırdı, Fevzi'nin yabancı olduğu sadece sorduğu sorudan değil, her halinden belliydi.

“Şora öte ızıcık yörü, dolmuşçuya sordun muydu götürüller seni ağam.”

“Eyvallah.”

“Boyıyam mı? Yoldan geliin, gendine gelsin çarıklar.”

Gülümsedi Fevzi, “Boya bakalım.”

“Nerden geliin ağam?”

“Ankara’dan”

“Oo, böyük şeherden geliin. Hoş geldin, sefa geldin.”

“Sağ olasın. Söyle bakalım, merkezde kalabileceğim bir otel var mı?”

“Olma mı ağam, Belli Otel var Trabzon Caddesi’nde. Vilayete de yakın hemi. Dolmuşcuya dedin miydi götürür.”

Ayakkabıları boyandıktan sonra çocuğa parasını verip durağa gitti. Otogardan merkeze doğru ağır ağır hareket etti dolmuş. Trabzon Caddesi’nde inip oteli buldu. Altında dükkânlar olan üç katlı otel uzunlamasına yayılmıştı caddenin kenarına. Odasına yerleşti, ceketini alıp çıktı adımlamak için. Şehrin merkezindeydi, vilayet birkaç yüz metre uzağındaydı, ulu camii ve kale yine öyle. Kale’ye doğru yavaş yavaş adımlamaya başladı. Heybetli heybetli oturmuştu yığma tepenin üzerine Maraş kalesi. Daha dolmuşla gelirken ilişmişti gözüne Fevzi’nin. “İnsanoğlu ne işler yapıyor?” diye geçirdi içinden. Kesinlikle çıkmalıydı kaleye, görülmeye değerdi. Hem, Maraş’ın tamamı ayaklarının altında kalır demişti otelin kapıcısı.

O günün kalanını kalenin surlarından şehri izleyerek geçirdi. Gün battıktan sonra otele dönüp uykuya daldı. Ertesi sabah ezanla beraber uyandı, namazı kılıp otelden ayrıldı. Biraz adımlayacak, vakit ilerleyince de kahvaltı yapacaktı. Bu niyetle yürürken burnuna çorba kokuları geldi. Az ilerideki paçacının kapısında buldu kendisini.

“Buyur ede, şifa niyetine iç bir tas paçamızdan. Oğlum edeme bir masa ayarla hele.”

Dayanamadı kokusuna paçanın, başıyla onayladı. Hakikaten dediği kadar vardı paçacının, şifa niyetine içilirdi bu; ekşili, salçalı, sarımsağı bol. Sabah içilirmiş Maraş’ta paça, öyle olduğu kadar vardı. Kendisine gelmişti Fevzi, hesabı ödeyip kalktı. Vilayete doğru yola koyuldu. Mesai başlamamıştı henüz, fakat böylesi daha iyiydi. Zaten kimselere haber verilmemişti bakanlıktan. Arşive şöyle bir girip bakacak, vali gelmeden önce büyük ölçüde halledecekti işini. Öyle de oldu.

Kapıda bekçi karşıladı kendisini. Tok bir sesle “Dur hele ede, nere gidiin?” diye sordu sormasına ama Fevzi’nin kimliğini görünce hemen toparlandı. “Hoşgelmissin müfettiş bey” deyip buyur etti.

“Kimseye haber verme bekçi efendi. Arşive götür beni. Kimsecikler gelmeden başlayalım teftişe.”

Başını salladı bekçi, “Emrin olur.”

Arşive inen basamakları geçtiler. Bekçi kapıdaki asma kilidi belindeki anahtarlardan birisiyle açtı.

“Hele şu sandıkları aç bakalım sen, içinde neler var bir görelim.”

Tozlu sandıkları açtı bekçi, içine ayrıntılı biçimde baktı Fevzi. İki bin beş yüz seksen, iki bin beş yüz seksen bir, iki bin beş yüz seksen iki; saymakla bitmezdi bu dosyalar. Raflara yöneldi, oradaki dosyaların da bir kısmını inceledikten sonra “Çıkabiliriz” gibisinden işaret etti bekçiye. Ayrıldılar arşivden.

“Valiye söylersin benim geldiğimi, şimdi çıkıyorum. Tekrar uğrarım gün içinde.”

Binadan dışarı çıkınca kaldırıma çökmüş duran birini gördü. Kendi kendine konuşan adamı gösterip, “Bir bakalım, bir derdi mi var? Hayır olsun” dedi.

Bekçi hafiften sırıtarak, “O mu? Yok müfettiş bey, o bizim Tutçu. Aklı başında deel zavallının.”

Dutçu’ya bakakaldı Fevzi, sonra irkilerek döndü bekçiye.

Anlamış olacak ki anlatmaya başladı Bekçi, “Bu Tutçu bir garip ırgat ıdı. Bağlardaki tut bahçalarına geder tut toplar ıdı yövmiyeynen. Bir garip anasıynan barabar yaşar gederlerdi. Sonra bir gün”

Durakladı bekçi, gözleri nemlenmişti.

“Ee, sonra bir gün?”

“Sonra bir gün asker bastı evleri sabahınan. Bu garibin de yaşlı anasına dipçiğinen vuruşun biri, oracıkta canını vermiş avrat. Tutup götürdüler Tutçu’yu bir sürü garibinen. Epey bir haber gelmediydi. Sonra bir gün Adana taraflarından yörüyü yörüyü gelirken görmüşler. Tanımamışlar önce elbet. Saçını neyim tıraşlamışlar, ağzı yüzü yara içinde. Eyle işte. O zamannıdan belli böyle dolanır garip.”

Kalbinden bir şeyler kopup gitti Fevzi’nin, tahayyül etmeye çalıştı bir an için. Beceremedi. Akıl alır mıydı bu zulmü? Yavaşça Dutçu’nun yanına sokuldu bekçiyle beraber.

“Tutçu, lan Tutçu. Bak hele Tutçu. Müfettiş Ferzi Bey lan bu, Angara’dan. Böyük adam. Kime diim lan?”

Oralı olmadı Dutçu. Eliyle susmasını işaret etti Fevzi, gitmesini salık verdi. Uzaklaştı bekçi. Yanına çömeldi Dutçu’nun. Dizi kan revan içindeydi garibin. Cebinden mendilini çıkarıp sildi Fevzi. Başını okşadı. Kendisiyle aynı yaşta olmalıydı Dutçu. En fazla bir iki yaş fark olabilirdi aralarında. Baktıkça içi burkuldu, “Allah’ım bu nasıl bir zulümdür?” Ankara’nın soğuk iklimi geldi aklına. Memleketin insanıyla arasına evrak yığınlarından setler çeken, yabancılaşmış mendebur suratlı memurları düşündü. Ana babalara zulüm etmek zorunda kalırken anası babası zulüm gören erleri düşündü. Ayaklandı. Kafasındaki sesleri susturmaya çalıştı, bütün düşüncelerini bir kenara bıraktı. Bir garip ırgatı düşman gören devletin müfettişi olamazdı artık. Dönemezdi başşehrin köhnemiş koridorlarına.


Dilinde yeni çıkmış bir şarkı, ara sokaklarına daldı Maraş’ın. 

“Bu ne yaman çelişki anne?”

___
Bu öykü denemesini "öykü alıştırması" adlı atölye çalışması için yapmış bulunuyorum. Dileyenler bu kapsamda yazılmış başka öykülere linkten ulaşabilirler. Tekniğe, üsluba, içeriğe dair her türlü yorumun başımın üzerinde yeri vardır. Aşağıya iliştirirseniz memnun edersiniz.  
*Atölye için not: Kelimelerin tamamı kullanıldı. Ek zorluklardan birincisi hariç hepsi yerine getirildi. (2/3)
**Diyalogların bir kısmı Maraş ağzıyla yazılmıştır. Yazım hatası olarak değerlendirmeyin.
***Hasan Zirak'ın "Yallah Şoför" türküsü için tıklayınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...