26 Haziran 2015 Cuma

KEFARET

Kapıyı güçlükle kapatıp ellerini ovuşturarak içeri girdi Selâm Bey. Bu kış çetin geçeceğe benziyordu. Baksanıza, rüzgâr alabildiğine hırçınlaşmış; ne yönden eseceği kestirilemez hale gelmişti. Böyle giderse Pera’da hayat durma noktasına gelirdi çok geçmeden. Zaten pek de iyi geçmemişti bu yıl. Oğlan tıbbiyeyi bitirmiş, kendi muayenehanesini açmıştı. Kolay mıydı öyle bir anda muayenehane açmak? Karaköy bankerlerinden borç para alıp vermişti oğlana. Üstüne kızın da düğünü vardı, bir sürü masraf yapılacaktı. Damat iyi oğlandı iyi olmasına ama o da meteliğe kurşun atıyordu. Bir akşam vakti ansızın çıkıp gelmişti kızı istemeye. İyi saatlerine denk gelmişti Selâm Bey’in, cesareti hoşuna gitmiş, vermişti kızı. Hem belli ki kızın da gönlü vardı bu delikanlıda. Kimi kimsesi yoktu, ama dürüsttü. Çabuk kanı kaynadı Selâm Bey’in delikanlıya, yanında iş verdi. Yoldaş oldular birbirlerine böylece. Karısı bu durumdan pek hoşnut değildi tabii. Eskiden böyle değildi sanki Hürmet Hanım. Daha bir sevecendi, daha bir anlayışlıydı. Varlık gözünü döndürmüş olsa gerek, daha bir tepeden bakar olmuştu insanlara. Damada bu kadar iyi yaklaşılmasını anlamlandıramıyordu bir türlü. Bu sabah kapı kapanırken arkasından baktı karısının, yok yok, eskisi gibi değildi.

Bugün pek bir sessizdi Selâm Bey, havasında olmadığı her halinden belliydi. Dalgın dalgın vitrinden dışarı bakarken çatıda kopan gürültü ile kendine geldi. Yukarı doğru yöneldi, ağır ağır çıktı ahşap merdivenleri, çatıya açılan dar bölmeden geçti. Hay aksi! Boş kasalar, fıçılar devrilip dağılmıştı dört bir yana. Rüzgâr iyiden iyiye artırmıştı şiddetini. Ağız dolusu sövmek geldi içinden Selâm Bey’in ya, Ramazan’ın yüzü suyu hürmetine susmayı becerdi. Dindar bir adam değildi; Cuma’dan Cuma’ya camiye gider, Ramazan orucunu tutardı. Bir de arada bir Sirkeci Garı’nın yanındaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii’ne gider, avluyu süpürür, eksik gedik ne varsa tamamlardı. Günahlarının kefareti olarak görürdü buraya gelip gitmeyi. Küçük bir çocukken arkadaşları ile yolu buraya düşmüştü bir şekilde. Süpürge saplarından yaptıkları hayali atlarla akın ederken Eminönü’nden Sirkeci’ye kadar gelmişler, sonra da caminin şadırvanında atlarını sulamışlardı. Sevinçleri çok sürmemişti. Az sonra kulağındaki ağrıyla ortalığı birbirine katan çığlıklar attı Selâm Bey. Caminin müezzini usulca sokulmuş, “suyu israf ettiniz bacaksızlar” diye söylenerekten kulaklarından yakalamıştı Selâm Bey ve arkadaşı Mustafa’yı. Diğerleri kaçmıştı arkalarına bile bakmadan. Müezzin İhsan Efendi tarafından çekip sürüklenirken içinden ne çok kızmıştı Selâm Bey kaçan arkadaşlarına. Haindi hepsi, korkak adamlarla işi olmazdı. Bir Mustafa vardı adam olan; hoş, o da kulaklarını kaptırmıştı da ondan kaçamamıştı.

Böyle başlamıştı müezzin İhsan Efendi ile tanışıklıkları. Kırklarına merdiven dayamış bu adam, Arnavutluk taraflarından göçmüştü küçük bir çocukken. Sıbyan mektebini bitirdikten sonra, caminin imamı okutmuştu bir süre. İmam sevmişti İhsan Efendi’yi. Yanına aldı, yetiştirdi; öz evladından ayırmadı. On yedisindeydi burada müezzinliğe başladığı zaman. Cemaat severdi İhsan Efendi’yi; ahlaklı, dürüst, çalışkan bir adamdı. O günün evveli, gece uyuyamamıştı İhsan Efendi. Arada olurdu böyle, midesine sancılar girer, sabahlar olmak bilmezdi. Öğle namazından sonra bir ara içi geçmiş, avludaki hasırın üzerinde uyuyakalmıştı ki, çocukların sesine uyandı. Sersemliği üzerinden atınca çocukların şadırvanın başında suyu israf ettiklerini gördü. Doğruldu, usulca sokuldu yanlarına, iki tanesini kulağından yakaladı. Selâm Bey ile arkadaşı Mustafa idi bunlar. Tuttuğu gibi hasırın üzerine çekti çocukları. Oturun dercesine bir bakış fırlattı, çocuklar korkudan kaçmayı akıl dahi edemediler. Bir süre sustu. Bıyıklarını burarken o kalın sesiyle konuşmaya başladı sonra:

“Suyu israf etmeye utanmıyor musunuz bre veletler? İmdi size şöyle iyisinden bir ceza vermeli ki aklınızı başınıza devşirin.”

Çocuklar iyiden iyiye tutuştular korkudan. Bir süre daha burdu bıyıklarını İhsan Efendi. Köşedeki süpürgeler ilişti gözüne o ara. Doğruldu, eliyle kalkmalarını salık verdi.

“Şu çalı süpürgeleri gördünüz mü? İşte cezanız. Bir hafta boyunca gelip avluyu süpüreceksiniz ikindi namazından sonra. Hiç kaytarmaya çalışmayın! Gelir evinizden alırım sizi. Bir de ana babanızdan dayak yediğinizle kalırsınız.”

Çaresiz süpürgelere sarıldı iki çocuk. Kulakları acıdan kızarmıştı zaten, bir de babasından dayak yemeyi göze alamazdı Selâm Bey; döverdi babası, ondan emindi. Böyle bir hafta geçirdi camide Selâm Bey. Arkadaşı Mustafa ile gelip gitti aksatmadan, her ikindi vakti süpürdüler avluyu. Bir haftanın sonunda İhsan Efendi çağırdı:

“Aferin, cezanızı hakkıyla çektiniz. Bundan sonra serbestsiniz. De haydi!”

Selâm Bey sevmişti İhsan Efendi’yi. O günden sonra da gelip gitti camiye. Dikkatle izlerdi onu; sesini, kıraatini taklit etmeye çalışırdı. İhsan Efendi’nin de gözünden kaçmadı bu ilgi. Bir ikindi vakti çağırdı Selâm Bey’i yanına, oturmasını işaret etti.

“Bak Selâm. Seninle bir anlaşma yapalım. Eğer her gün gelip çalışacağına söz verirsen sana müezzinlik yapmayı öğretirim. İster misin?”

Başını salladı Selâm Bey. Heyecandan kalbi kütürdedi. Belli etmemeye çalıştı ama hemen belli olurdu duyguları yüzünden.

“Öyleyse yarın sabahtan gel. Öğle namazına kadar çalışırız. De haydi, git şimdi evine. Anan meraklanmasın.”

Selâm Bey’in camiye bağlanması böyle başladı. Gar’ın yanındaydı Kara Mustafa Paşa Camii; büyük bir camii değildi. Cemaati değişkendi; yolcu taifesi gelirdi daha ziyade. Bir kere gördüğün yüzü bir daha görememek normaldi bu camide. Bu küçük caminin yeri ayrıydı Selâm Bey’de. İlk orucunu İhsan Efendi vesilesiyle tutmuştu, ilk müezzinliğini burada yapmış, namaza burada başlamış, kıraatini burada düzeltmişti. İlk defa burada itikâfa girmişti. Bir Ramazan arifesinde çağırıp, itikâftan bahsetmişti İhsan Efendi. Heyecanla sorular sordu Selâm Bey, sonra o Ramazan’da itikâfa girmeye karar verdi. İhsan Efendi’nin bu camiye müezzin olduğu yaştaydı. Evine vardı, anasından helallik diledi, babasının mezarına uğrayıp bir Fatiha okudu, sonra camide itikâfa girdi.

İlk geceyi Kur’an okuyarak geçirdi. Sahur vakti olunca da diğerlerini kaldırdı. İhsan Efendi akşamdan aldığı pideyi, peyniri, hurmayı çıkardı, tulumbadan çektiği suyu doldurdu sahanlara. Beş kişiydiler, bu mütevazı sofradaki nimetleri atıştırdılar. İmsak vakti girince İhsan Efendi doğruldu. Minarenin kapısına yöneldi, ezan okumanın zamanıydı zira. Gecenin sessizliği sivri minarelerden yükselen ezan sesleri ile bozuldu. Saba makamında okurdu gür sesli müezzinler ezanı. İhsan Efendi pek bir içli okurdu sabah ezanını. Allah var, insanın içini hüzün ve sevinç karışımı bir duygu kaplardı; hayranlıkla dinledi Selâm Bey. Ezandan sonra mukabele okundu, sabah namazı kılındı iki safı bulan cemaatle.

Ramazan bu rutinle geçiyordu. Sabah namazından sonra biraz uyur, uyanınca Kur’an okur, öğle namazından sonra kaylûleye yatar, ikindi vakti avluyu süpürür, akşam iftar eder, teravihi kılar, gece de tefekküre dalardı. Nasıl olduysa Ramazan’ın on beşinci gecesi uyuyakaldı. Öğle ezanının sesine uyandı. Kendine gelmeye çalışırken fark etti, İhsan Efendi değildi okuyan, imamın sesiydi bu. Doğruldu, şadırvana gidip elini yüzünü yıkadı. Teneşirdeki tabuta ilişti gözü. “Hayır olsun, kim ola bu mevta?” diye geçirdi içinden. Abdest almak için şadırvanda oturan ihtiyarlara sordu. Aldığı cevapla şaşkına döndü, sendeledi bir an. Düşmeden tuttular. “İhsan Efendi” sözü çınlıyordu kulağında. Nasıl olurdu? İhsan Efendi camide idi, İhsan Efendi ölemezdi, makul bir açıklaması olamazdı bu durumun. Avludaki hasırın üzerine oturttular, teselli etmeye çalıştılar Selâm Bey’i. Teselli etmeyi gerektirecek ne vardı ki? İhsan Efendi’nin öldüğünü idrak edemiyordu çünkü. Neler diyordu bu ihtiyarlar, ne söylediklerinden bihaber olmalıydılar.

Öğle namazını karma karışık düşünceler içinde kıldı. Cenaze namazı için toplanınca millet, işin ciddiyetini kavradı. İhsan Efendi için hep bir ağızdan helallik verdi cemaat. Konuşamıyordu Selâm Bey. Helal olsundu tabii, helallik dilemelerine bile gerek yoktu, ama dili tutulmuştu işte. Ağlıyor, ağladıkça gözleri kararıyor, eli kolu tutmuyor, kendinden geçip yere yığılıyordu. Teskin etmek için çok çabaladı cemaat. Akşama doğru kendine gelebildi, güçlükle uzattı elini, su istedi. Birkaç yudum aldıktan sonra sorabildi, “Nasıl?” Gece vakti caminin gazyağı bitmiş, İhsan Efendi de gar şefinin birkaç yüz metre ötedeki evine biraz gaz yağı istemeye gitmişti. Rayların ötesindeki eve ulaşmak için adımını atmış, öteden gelen trenin önünden geçmeye yeltenmişti ki ayağı takılıp düştü, başını raylara çarpınca da bir daha kalkamamıştı. Makinist raylardaki karartıyı fark edince güçlükle durdurmuştu treni. Derhal indi, fakat iş işten geçmiş, İhsan Efendi Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Neden öğle vakti uyandığını anladı Selâm Bey. İhsan Efendi gidince kimse uyandırmamış, sabah ezanını da kimse okumamıştı. Sabahleyin itikâftaki diğer insanlar da Selâm Bey’i orada unutup cenaze işleri için koşuşturmuşlardı.

O gece camiden ayrıldı Selâm Bey. Kulaklarında İhsan Efendi’nin o kalın sesi, gözlerinin önünde gitmek bilmeyen gülüşü, bilinçsizce yürüdü Ortaköy taraflarına kadar. Sabah olunca kendisini sahilde buldu. Sızmıştı burada, neler olduğunu hatırlayamayacak kadar yorgundu. Evine doğru yollandı. Anasının dizine yattı, gözyaşlarını silecek takati kalmamıştı. Günlerce kalkmadı sofadan, ağzına lokma vurmadı; sahursuz, iftarsız niyetlendi. Babası vefat ettiğinde küçüktü daha, beş altı yaşındaydı. İhsan Efendi babalık etmiş, elinden tutmuş, yoldaşı olmuştu. On yedi yaşındaydı babası bellediği adam vefat ettiğinde. Babası bellediği adamın müezzinlik yapmaya başladığı yaş, Selâm Bey’in camiden uzaklaştığı yaş oldu. Bir türlü atamadı üzerinden o tuhaf ürpertiyi, gidemedi uzunca bir süre Kara Mustafa Paşa Camii’ne, ta ki anası da bu dünyadan göçüp gidene kadar. Onu da oradan uğurladı ebediyete.

Elli altı yaşındaydı Selâm Bey; oğlu tıbbiyeyi bitirmiş, kızı evlenecek yaşa gelmiş, karısı Hürmet Hanım iyiden iyiye katlanılmaz biri olup çıkıvermişti, kapalı alan korkusu vardı hem. Dindar bir adam değildi; İhsan Efendi terki diyar eyledikten sonra uzunca bir süre uzaklaştı dinden diyanetten. Bir süre şaraba sardı, bir süre çıkmak bilmedi Galata’daki meyhanelerden. Karaköylü bankerlerden faizle para almaya başlamıştı gerektiği zaman. Pera’da bir sahaf işletiyordu şimdilerde. Arada bir gider Sirkeci Garı’nın yanındaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii’nin avlusunu süpürürdü, nedeni bilinmez. Günahlarına kefaret olsun diyeydi belki, İhsan Efendi’nin hatırasından belki. İçeriden gelen sesle kendine geldi; damadı aşağıdan kendisine sesleniyordu. Gözündeki yaşları mendiliyle sildi, dar bölmeden geçip tozlu rafların arasına daldı. O gün İhsan Efendi’nin vefatının seneyi devriyesiydi.

___
Bu öykü denemesini "öykü alıştırması" adlı atölye çalışması için yapmış bulunuyorum. Dileyenler bu kapsamda yazılmış başka öykülere linkten ulaşabilirler. Tekniğe, üsluba, içeriğe dair her türlü yorumun başımın üzerinde yeri vardır. Aşağıya iliştirirseniz memnun edersiniz.  

2 yorum:

  1. "kapalı alan korkusu " metnin atmosferine uymuyor sanki.Hikayenin zamanından kopuk; daha bize yakın bir zaman diliminden o vakitte geçen hikayeye sıçramış gibi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aynur Hanım, yorumunuz için teşekkür ederim. Sonradan eklediğim bir cümle olduğu için sırıtıyor. Önceden verilen kurallardan birisi bu cümleyi kullanmaktı, dolayısıyla mecburen kullandım.

      Sil

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...