19 Temmuz 2015 Pazar

KÖPEKLER GİBİ UYURDU

Uyandı. Doğruldu. Cibinliği aralayıp çıktı. Az ötedeki komodinin üzerinde duran ağızlığını aldı; dudağının sol tarafına iyice dayayarak yerleştirdi. Tablasını açtı; uzun asker sigarasından bir tane taktı ağızlığına. Sol eliyle gözlerini ovuştururken sağ elini entarisinin yakasından içeri soktu. Zippo çakmağını çekti, çaktı, sigarasını yaktı. Derin derin çekti içine. Sigara orada yanadursun, başındaki örtüyü sıyırdı, düzeltti, yeniden bağladı. Çiçekli donunun diz kapağına kadar kaymış bacağını aşağı çekti. Ayağa kalkıp entarisinin eteklerini düzenledi. Sigarası bitti bitecekti ki, ani bir hamleyle bir tane daha çekip henüz sönmeden ağzındakinin közüyle yaktı. Ağzındakini çekip çıkardı, yeni yaktığını yerleştirdi.

Böyleydi ninem. Sabah kalkar, yüzünü dahi yıkamadan tablasına ulaşır, ağızlığını yerleştirir ağzının sol yanına, sonra ardı ardına yakardı asker sigarasını. Uzundu asker sigarası, sertti tütünü; öyle herkes içemezdi. Dağda, çayırda koşuşturmacanın ardından yorgun düşen askerin yorgunluğunu uzun, sert bir sigaradan başka ne alabilirdi? Günde altı paket içerdi ninem bu sigaradan. Her adam içemezdi bu sigaradan ama Allah aşkına kaç kişi günde altı paket sigara içerdi? Buna ciğer dayanmazdı.

Evi bir oda bir mutfaktan müteşekkildi. Odada biri pencerenin altında, diğeri kapının yanında duran iki somya vardı. Pencerenin altındaki somyanın sağında minder, döşek, yorgan türünden eşyalarla dolu bir yüklük, kapının yanındaki somyanın karşısında bir komodin, komodinin üzerinde küçük bir ayna, ufak tefek şeyler vardı. Komodinin hemen yanındaki kapı mutfağa açılıyordu. Mutfak dediysem, bugünkü gibi bir mutfak gelmesin aklınıza; tahtadan bir küçük tezgâh, bir piknik tüpü, bir tane de küçük buzdolabı. Bu sade evde koca bir ömür geçirdi ninem.

Bütün bu manzara içinde benim dikkatimi yalnızca bir şey çekerdi: ninemin Zippo çakmağı. Eski olduğu her halinden belli olan bu gri çakmak elinden düşmezdi ninemin. Gözü gibi bakardı ona, sıkı sıkı tutardı sandalyesinde otururken. O güne kadar nedense o çakmağa dair bir şey sormamıştım nineme. Benim uyandığımı fark etmemişti belli ki. Çocukluk işte, gece yatmak, sabah kalkmak bilmezdim. Ninem erkenden uyanır, oturur, kalkar, çayı demler, kahvaltıyı hazırlar, sonra beni uyandırırdı. “Köpek gibi uyuyorsun, kalk gayrı!” diye kızardı.

“Deden de öyleydi. O da köpek gibi uyurdu. Uyumasaydı kalır mıydım bir başıma? Genç yaşta dul bıraktı beni. Neyse, konuşturma beni. Rahmet olsun.”

Bir yandan kızarken bir yandan da gözünün nemini siliyordu örtüsü ile.

Daha fazla dayanamadım. “Nine, şu çakmak çok mu değerli? Neden hep yanında taşıyorsun?”

Ağzının sol yanında, dudaklarının birleştiği yerde sigarası; sağ taraftan kahvaltısını yapıyordu. Kafasını kaldırıp, şöyle bir baktı. Ağzındaki zeytinin çekirdeğini yine sağ taraftan çıkardı. Sonra gözleri dola dola anlatmaya başladı çakmağın hikâyesini.

Tam yılını hatırlamıyor. Bin dokuz yüz elliler.

Eskişehir.                                                     

Yaz mevsiminin kelimenin tam anlamıyla yaşandığı günler.

Gece hafiften esen rüzgâr şafak vakti kesilir, yatsı ezanına kadar yaprak dahi kımıldamazmış. Porsuk dahi kurumaya yüz tutmuş, kışın hoyratça akarken yaz aylarında geriye irili ufaklı su birikintileri arasındaki sazlıklar kalmış. Kışın sert geçtiği günlerde donan nehir, daha bahar başlar başlamaz hırçınca çağlamaya başlamış, Mart ayında büyük bir taşkınla şehir merkezini alt üst etmiş. O yıl kışı kış gibi, yazı da yaz gibi yaşamışlar Eskişehir’de.

Dedem hava ikmalde teknisyenmiş. Ninemin dediğine göre de işinin ehliymiş. Bir şekilde dedemi birkaç aylığına Amerika’ya göndermiş ordu; orada bir takım teknik eğitimler alsın diye. Şimdi adını hatırlamıyorum, bir çeşit kaynak yapabilmek için eğitim almış. Türkiye’de o kaynağı ilk yapan dedemmiş. Ne kadar zorlasam da hatırlayamıyorum adını, ama jetlerin kanatlarını tamir ederken kullanılırmış bu kaynak türü. Her neyse. Tabii dedem Amerika’dan gelirken kendisine bir tane Zippo çakmak almış; ninemin elindeki çakmak bu çakmak. İlk defa orada görüyor dedem Zippo’yu. Şimdilerde her yerde var ama o zamanlar Türkiye’de pek bilen yok. Zippo esasen Amerikan donanması için üretilen bir çakmakmış. Diğer çakmaklardan en büyük farkı da içindeki yakıtı; denizin ortasında, fırtınaların içinde sönmeden yansın diye jet yakıtı koymuşlar içine üretenler. Bazı insanlar hava kuvvetlerinin çakmağı olduğunu söylerler ama doğrusu böyleymiş. Ninem kendinden çok emindi.

Dedemin adı Zippo Remzi’ye çıkmış bu çakmaktan dolayı. Zippo Remzi aşağı, Zippo Remzi yukarı, Zippo Remzi aprona, Zippo Remzi hangara!

Uyumayı severmiş dedim ya, dedem fırsatını bulunca hava ikmalin hangarlarında bir yere kıvrılır uyurmuş. Bir gün tamir ettiği jetin kanadında uyurken arkadaşları çay hazır diye uyandırmışlar. Öğleden sonra serinlik başladığı zaman piknik tüpünde çay demlenir; kâh bir uçağın kanadının altında, kâh hangarda, kâh kulenin gölgesinde muhabbet eşliğinde içilirmiş. Uyanmış, kanadın üzerinde doğrulmuş dedem, tablasını çıkarıp ağzına bir uzun asker sigarası koymuş. Bir gözü kapalı, diğeri yarı açık, arkadaşlarına bakıp, dönen muhabbeti anlamaya çalışıyormuş.  O arada, Zippoyu çakmış çakmasına ama bir türlü yakamamış. Atlamış aşağıya, uçağın öbür tarafına geçip, yakıt deposunun kapağını gevşetmiş. Arkasını açtığı çakmağı dayamış depoya, oradan sızdırdığı jet yakıtıyla doldurmaya başlamış. O zamanlar Zippo’nun benzinini nereden bulacak? Tam yerinde çalışıyor, bittikçe jetlerin deposundan sızdırarak doldururmuş.

Dedem bir yandan çakmağı dolduruyor, bir yandan da kendisine takılan arkadaşlarına laf yetiştirmeye çalışıyormuş.

“Ulan adama bak be, çakmağın gazını jetten çekiyor!”

“Yakalanacaksın bir gün komutana Zippo Remzi!”

“Devlet benzini uçağa koyun diye gönderiyor ama bizimkinin çakmağı doluyor.”

Hepsini dinledikten sonra dedem, “attırmayın tepemin tasını, yemişim komutanını” dercesine götürmüş çakmağı ağzına, daha millet yapma diye uyarmaya kalmadan çakıvermiş. Güm. Koskoca hangar havaya uçmuş. Hangarın kapısının önünde oturan arkadaşları güç bela kendilerini atmışlar, dedem de durumu fark edip koşmaya başlamış ama nafile, uçağın alev alan deposu daha hangardan çıkamadan patlamış. Yangından geriye bir tek dedemin çakmağı kalmış.

Kara haber tez ulaşır, nineme de öğleden sonra ulaştırmışlar dedemin ölüm haberini. Ninem “Vay Remzi, gözün kör olsun Remzi! Köpekler gibi uyurdun, uyumaya doy şimdi.” diye feryat figan etmiş. Çakmağı dedemin dolabındaki üç beş eşyasıyla beraber nineme vermişler. Genç yaşta dul kalan ninem o gün eline aldığı çakmağı ölene kadar yanından ayırmadı. Dedemin öldüğü gün başladığı sigarayı artıra artıra içmeye devam etti ölene kadar. Seksen sekiz yaşında öldüğünde günde altı paket sigara içiyordu. Çakmağı sabah kalkınca bir kere çakar, bir sigarayı söndürmeden diğerini yakardı. Sigaradan ölmedi, ömrü o kadar vefa etti. Her neyse, mekânı cennet olsun. Allah rahmet eylesin.

“Köpekler gibi uyurdu, uykusuna doyamadığından gitti” derdi ninem, Zippo Remzi gitti. Ninem de gitti, ama Zippo hala duruyor. Bende. Sigara içmiyorum, ama ben de yanımda taşıyorum. Hatırası var.

___
*Öykü Atölyesi dokuzuncu hafta için yazdığım öykü. Yorumları sayfa altına bırakınız lütfen. 
**Atölye moderatörü için not: Kelimelerin hepsi kullanıldı, başlığın türevi kullanıldı (ki bence kabul edilebilir), bir şey patladı.
***Haftanın diğer öykülerine Twitter'da #cikoya9 etiketinden ulaşabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...