Henüz liseye yeni başlamışken -büyük adam olmanın verdiği heyecandan
olsa gerek- ciddi biçimde kitap okumaya karar vermiş ve işe babamdan birkaç
kitap göndermesini isteyerek başlamıştım. İlk okuduğum kitap yine babamın
Kayseri’ye doğru yola çıkarken bana verdiği Gogol’un Ölü Canlar'ı idi. Bu kitabı
okuyup bitirdikten sonra ulaşan beş kitabın arasında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i de vardı. Ufak bir giriş
denemesinden sonra nedense kitabı bir kenara bıraktım ve dört gün öncesine
kadar da tekrar okuma girişiminde bulunmadım. Şimdi düşündüğüm zaman bir yandan
bana göre şaheser olan bu kitabı şimdiye kadar okumamış olmanın üzüntüsünü
duyuyor, bir yandan da daha önce –mesela lise sıralarındayken- okusaydım şu
anda aldığım hazzı alamayacağımı düşünerek mutlu oluyorum.
***
Her insanın; İstanbul’un fethini öğretmeninden henüz dinlemiş bir çocuğun,
en güzel beyitlerin geceye nakşedildiği boğaz bahçelerini bir müellifin derin
anlatımından okuyan bir gencin ve ömrünün son demlerini yaşamakta iken farklı
duyguların tesiri altında asr-ı saadeti düşleyen bir ihtiyarın yolu geçmişin
dar sokaklarından geçer. Woody Allen’ın yazıp yönettiği “Paris’te Gece Yarısı”
(Midnight in Paris) filmini ilk defa izlediğimde –biraz da o günkü
beklentilerimden dolayı olsa gerek- pek bir şey canlanmamıştı zihnimde ve
ruhumda. Filmi ikinci defa izlediğim zaman, geçmişe duyulan özlem ve mümkün
olsa dönebilme fikrinin son derece başarılı bir biçimde işlendiğini idrak
etmiştim. Bundan sonra benim zihnimde geçmişe yolculuğun şablonu bu filmde
anlatıldığı gibi oldu.
***
İstanbul sokaklarını arşınlarken nasıl bugünü aşmak isteyen bir görme
eylemine girişiyorsa gözlerim, Ahmet Hamdi’nin gözleri de öyle görmek çabası
içinde; bu Beş Şehir’de aşikâr. Eğer Woody Allen’ın filmi “İstanbul’da Gece
Yarısı” olsaydı ve ben bu filmin başrol oyuncusu olsaydım Ahmet Hamdi ve Yahya
Kemal’in yanına, Şehzadebaşı’ndaki İkbal çay evine giderdim. Onların gözünden
görmek isterdim bilhassa İstanbul’u. Kim bilir, belki de onlarla beraber, Ahmet
Hamdi’nin derin bir muhabbetle anlattığı daha geçmiş İstanbul’a giderdim. Sinan’ın,
Birinci Ahmed’in, Dördüncü Murad’ın, Nedim’in, Dede Efendi’nin İstanbul’una
gider, maviye bezenmiş kubbeler altında secde eder, hoyrat kahvehanelerde
yeniçeri mirası külhanbeylerinden cenk hikayeleri dinler, Boğaz’ın serinliğinde
servi bahçelerinde beyitler dinler, insanın ruhuna en tarifsiz biçimde dokunan neyin,
kudümün ve tanburun sesiyle kendimden geçerdim. Yolumuz tam olarak neresine
düşerdi o çok eski İstanbul’un bilinmez ama ben şurada anlatılan Müslüman İstanbul’a
gitmek isterdim:
“ Eski İstanbul bir terkipti. Bu terkip küçük büyük, mânalı mânasız, eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin –hattâ bugün için bayağı- bir yığın unsurun birbiriyle kaynaşmasından doğmuştu. Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk müessesi, bu iki mihveri de kendi zanaatlerinin çarkından döndüren bir iktisadî şartlar bütünü vardı. Bu terkip iki asırdan beri büyük mânasında, hemen her sahada müstahsil olmaktan çıkmış bir içtimaî manzumenin malıydı. Bu itibarla gerçekte fakir, fakat zevkle değilse bile inanılarak yaşandığı için halis ve ayrı, büyük bir mazi mirasının son parçalarını dağıtarak geçindiği için dışarıdan gösterişli, bütün bir görenekler zincirene dayandığı için de zengindi. Hususî bir yaşayış şekli, bütün hayata istikamet veren ve her dokunduğunu rahmanîleştiren dinî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu. Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu. Kazaskerin sırtında İngiliz sofu, hanımının sırtında Lyon kumaşından çarşaf, üst tarafına asılmış Yesarîzâde yazması yüzünden Fransız üslûbu konsol, Bohemya işi lamba hep Müslümandı. İngiltere’den dün gelmiş rokoko saat, melez döşenmiş aynalı, saksılı, Louis XV. üslûplu otoman ve markizetli yahut patiska minderli odaya girer girmez çok Müslüman bir zamanı saymağa başladığı için derhal Müslümanlaşır, kuvvetli ilâhiyat tahsili yüzünden az zamanda ulema kisvesi taşımağa hak kazanan bir mühtedi yahut hiç olmazsa Keçecizade İzzet Molla’nın meclisinde Kur’an ve Hadîs bilgisiyle asıl Müslümanları susturan Hançerli Bey gibi bir şey olurdu.” (ss. 125-126)
***
Beş Şehir başından sonuna kadar -ama özellikle de Bursa ve
İstanbul’u okurken- bende hep geçmişe yolculuk özlemi uyandırdı. Ahmet Hamdi’nin
hakikaten hayran kaldığım üslubu, en çıkmaza girdiğini düşündüğüm yerlerdeki
kıvrak manevraları, ben olsam nasıl anlatırdım diye düşünürken hayalgücümün
yetersiz kaldığı tasvirleri bu yolculuk özlemini her satırda daha fazla
körükledi. Daha ilk sayfasından beri imrendiğim ustalık, eserin son üç
sayfasında –yani “İstanbul”un on beşinci bölümünde- bir kez daha sarstı beni. “Bu
dirilmesi imkânsız şeylerden” (s. 206) bahsederken ne aradığını soruyor Ahmet
Hamdi ve bu kısa bölüme oldukça derin bir cevabı sığdırıyor: “Hayır, aradığım
şeyler ne onlar, ne de zamanlardır. (s. 206)”
İçimizdeki özlemi dindirmek için geçmişe dönme arzusu aslında bizi
tamamlayan geçmişe dair algılarımızı yıkacak tehlikeyi taşıyor. Bizim Sinan’ımız
üzerinden geçen asırlarla, kendisinden sonra yetişen Sedefkâr Mehmed Ağa ile,
Itrî ile, Neşatî ile, Sultan Abdulaziz ile bir bütün olarak Sinan. Bütün bu
tecrübeyi bir kenara bırakıp Sultan Süleyman’ın İstanbul’una yapacağımız bir
yolculukta “Bâkî tahmin edebileceğimizden daha çok çıplaktır. (s. 206)”
***
“Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? (s. 206)”
“Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. (s. 207)”
***
Kendi kendime sormadan edemiyorum: Bugün yazsaydı Beş Şehir’i?..
___
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Beş Şehir.
Dergah Yayınları. 18. Baskı. İstanbul: 2004.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder