31 Aralık 2014 Çarşamba

COĞRAFYAMIN ÇOCUKLARINA MEKTUP

Betonarme militanlar geliyor,
Üstümüzde belirmekte namlular.
Gölgelere mi karıştı sesimiz? 
Neden duymamakta bu adamlar?

Suskunum sanmasın nemli gözlerin.
Nesline inen her darbe, inmekte
Karanlık dehlizlerinde kalbimin
Dizleri secdede karıncalanmış
Çocukluğuma, onurlu yanıma.
Elimden şiir geliyor kardeşim;
Dilimden gayrısı ulaşmaz sana.

Haykırırken semalara derdini
Kurak dudakların ve solgun sesin,
Çoraklaşmış tenlerde peyda olan
Bir yutkunamama çaresizliği.
Bir el yordamı uzaktayken çare,
Uzanışa uzak bir çaresizlik…
Yoksa yenilgilerden mi müphemdir? 
Bu yılgınlık, muhtemel isteksizlik.
İmtihanımız riyayla olmasın?

Yollar kat etsem yorulmak bilmeden;
Evrensel güfteler üflese rüzgâr,
Umut yeşeren bahçelerle dolu
Barış kokan geniş coğrafyalarda.
Mesafeler alsam dinlenmeksizin;
Nefretten ırak, bereket dağıtan,
Entelektüel mülahazalarla
Lafzolunduğu evlere şiirin.

Acıtmayan kurşun misali aksa
Ütopik hayatlar için mısralar
Tüm militarist söylemlere doğru
Aşkın siper olduğu mevzilerden.

Diyarlar aramaktayım ey çocuk!
Zaman, mekân mefhumundan münezzeh.

Ana şefkati taşan ocakları,
Alın teri sinmiş yün yatakları, 
Sence özlemedik mi yeterince?
Kardeşim deyip kucaklaşmaları…

___
Bir avuç zalimin önüne duramadığımız yıllara bir yıl daha eklendi çocuk. Bir yıl daha katlandı utancımız. Ama suskunum sanmasın nemli gözlerin. Nesline inen her darbe, kalbimin karanlık dehlizlerinde dizleri secdede karıncalanmış çocukluğuma inmekte.

27 Aralık 2014 Cumartesi

VE KİRLETTİK ÖLÜMÜ

İri dolu taneleri yağdırsam
Duygu yüklü bulutlardan kâğıda;
Bakarsın kalmıştır dağarcığımda,
Ölüme dair kirlenmemiş sözler.
Çalar mı dersin kâğıda kalemim,
Siyasetten münezzeh bedenleri?

Anlatıver mezarcı, dinleyelim!
Medyatik hezeyanlara yenildi,
Manşetlere konu oldu mu ölüm?
Parmakla gösterilir oldular mı
Haber değeri taşıyan cesetler?
Hizbi neydi şu genç delikanlının;
Kimler sırtladı tabutunu, niçin?
Nicedir ayrı istikametimiz;
Cennet cehennemimiz farklı mıdır?

Hülasa kirletildi ölüm. Heyhat!
Rengi hiç değişmedi musallanın,
Ayrılmadı cennet cehennemimiz.
Siyaset bulaştı solgun tenlere.
Mağlup edildi belli zaman önce,
Ölümün nefesi beklediğimiz
Kanaat eden yorgun yüreklerde.
Ve ya eyyuhennas! Zanlısı biziz;
İşte böylece kirlettik ölümü!

25 Aralık 2014 Perşembe

ARAP-İSLÂM SİYASAL AKLININ OLUŞUMUNDA ÜÇ ANAHTAR KAVRAM 1: AKİDE

İslâm siyasal aklının temellerinin, oluşumunun, dönüşümünün kavranması, İslâm siyaset düşüncesini bir bütün olarak okumanın ve anlamanın olmazsa olmazlarından birisini teşkil eder. Arap coğrafyasında başlayan Muhammedî davet, buradan yeryüzüne yayılmıştır. Bundan dolayı Arap-İslâm siyasal aklı, İslâm siyasal aklının ilk evresini teşkil eder. Muhammed Âbid el-Câbirî, hacimli eseri Arap İslâm Siyasal Aklı’nda akide, kabile ve ganimet kavramları çerçevesinde Hz. Peygamber, dört halife, Emevî ve Abbasi dönemlerini ele alarak Arap-İslâm siyasal aklının temellerini ve zaman içerisindeki değişimini ortaya koymaktadır. Müellif, eserinde bu üç kavramın Arap-İslâm siyasal aklının oluşumunun temelinde bulunduğunu açıkladıktan sonra, bahsi geçen dönemler içerisinde bu kavramların içeriklerinin ne gibi değişiklikler geçirdiğini gözler önüne sermektedir. Biz de Câbirî’nin eseri ve İslâm mezhepleri tarihi çerçevesinde bu üç anahtar kavramın Arap-İslâm siyasal aklının oluşumundaki rollerini ayrı ayrı ele alan üç yazı yazmayı uygun gördük. Bu birinci yazı, anahtar kavramlardan ilki olan “akide” kavramını bahsettiğimiz kaynaklar çerçevesinde kısa ve öz bir biçimde ele alacaktır.

Bir din olması hasebiyle doğal olarak İslâm’ın ortaya koyduğu bir akidesi vardır. İslâmi davet bu akide çerçevesinde başlamış ve ilk etapta ortaya çıktığı coğrafyadaki hâkim düzene daha sonra da dünya coğrafyasındaki diğer düzenlere karşı çıkmıştır. Kur’an’ın Mekke döneminde inen ayetlerine bakıldığı zaman çoğunlukla imanî konular etrafında bu yeni akidenin tesisinin üzerinde durduğu görülür. Buna göre Allah birdir ve putlar inkâr edilmiştir, Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir, ölümden sonra hayat vardır ve burada insanlar dünyadaki icraatlarına göre cennet veya cehenneme giderler. Bu prensipler Arap yarımadasında hüküm süren putperest düzeni bizatihi reddetmiş ve bu düzeni sürdürenlere karşı da mücadeleyi şart koşmuştur. Zaten Hz. Peygamberin açıktan davete başlamasıyla beraber müşrikler de zulüm ile bu davete karşı çıkmışlardır. Bunun akide yanında kabilevî sosyo-politik yapıyla ve iktisadi düzenle de yakından ilgisi vardır.

Medine’ye hicret ile İslâmi bir düzenin kurulmasının ve belirtilen akide çerçevesinde müşriklerle sistemli bir mücadele verilmesinin de zemini sağlanmış oluyordu. Bu yeni şehir devleti kabile ve ganimet kavramları açısından da önem arz etmekle beraber, İslâm itikadının rahat bir biçimde yayılmasında kilit bir rol oynamıştır. Bu aşamada özellikle Medine’deki Yahudi kabileleri ile Müslüman Evs ve Hazrec kabileleri arasında yapılan antlaşmadan da görüleceği üzere akide net bir biçimde ortaya konmuş, daha farklı meseleler üzerine eğilme fırsatı bulunmuştur.

Hz. Peygamber’in vefatını izleyen hilafet tartışmaları ile beraber akide noktasında yeni sorunsalların ortaya çıktığını görüyoruz. Halifenin kim olacağı ve nasıl seçileceği konusu hiç şüphesiz ciddi tartışmalara sebebiyet vermiştir ve sonuç itibariyle şura yoluyla Hz. Ebubekir’e bey’at edilmiştir. Halifenin Allah’ın halifesi mi, yoksa peygamberin halifesi mi olduğu tartışması da bu sorunsallardan birisidir ve sonuç itibariyle peygamberin halifesi olduğu üzerinde karar kılınmıştır. Daha sonraki süreçlerde yöntemler farklı olmak üzere Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali şura yoluyla halife seçilmişlerdir. Yani bey’at dört halife döneminin akide noktasındaki temel esaslarından birisi olmuştur.

Muaviye ile başlayan Emevîler döneminde halifenin seçilmesi hususunda akide değişikliğe uğramıştır. Burada Muaviye’nin ve onu destekleyenlerin sıklıkla Muaviye’yi öven hadisler rivayet ettiğini belirtmekte fayda var. Ayrıca malum olunduğu üzere Emevîler ile beraber hilafet saltanata dönüşmüştür. Hz. Peygamber’in kendisinden sonra hilafetin otuz yıl devam edeceği ve sonrasında saltanata dönüşeceği şeklindeki hadisi bu dönüşümü meşrulaştırmada önemli rol oynamıştır. Emevî dönemi ile ilgili önemli bir konu da halifelerin tamamının Kureyş’ten olmasıdır. Burada “Hilafet Kureyş’tendir” şeklindeki hadis dile getirilmiş ve dört halifenin de Kureyş kabilesinden olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu yolla Kureyş dışındaki kabilelerin yönetimde söz sahibi olmasının önüne geçilmiştir. Emevîler’in akide noktasındaki bir diğer özelliği de cebriye fikrini benimsemiş olmalarıdır. Buna göre kişi kader ve fiilleri hususunda söz sahibi değildir, yani bunlar Allah’ın belirlediği şekilde gerçekleşir. Bu fikir üzerinden Emevî halifeleri icraatlarından doğan sorumluluğu ortadan kaldırmışlardır. Ayrıca cebriyeye bağlı olarak halifeler cehennemden kurtulmuş olurlar, doğal olarak cennete girmeye hak kazanırlar.

Müslümanlar arasındaki ilk çatışmalar ile başlayan mezhep hareketleri Emevîler döneminde de artarak varlık göstermeye devam etmişlerdir. Bunda Emevîler’in uyguladığı akide, kabile ve ganimet politikalarının etkisi kuşkusuz önemlidir. Havaric, Şia, Mürcie ve Mutezile bu dönemde Emevî akidesine ciddi eleştiriler getirmiş ve kendi akide prensiplerini ortaya koymuşlardır. Mürcie’nin büyük bir kısmı haricinde geri kalan mezhepler Emevî yönetimini ciddi biçimde eleştirmişlerdir. Mürcie’nin ihtilaflı konularda hükmü Allah’a bırakma prensibi diğer mezhepler tarafından Emevî yönetimini ve onların hatalarını meşrulaştırıcı bir yaklaşım olarak anlaşılmaktaydı. Havaric ve Mutezile halifenin Kureyş’ten olma ilkesine karşı çıkıyor, gerekli niteliklere sahip olan her Müslümanın halife olabileceğini iddia ediyorlardı. Şia’nın bu konuya yaklaşımı zaten imamları merkeze alan bir yapıya dayanıyordu. Ayrıca Şia’nın bir kolu olan ve bu dönemde ortaya çıkan Zeydiyye hilafetin saltanat ile devam etmesini eleştiriyor, belirli vasıflara sahip olan ve bey’at edilen kişilerin halife olabileceğini, hatta birden fazla halifenin olabileceğini savunuyordu. Emevîler’in cebriye fikrine karşı Mutezile ve Kaderiyye kader konusuna farklı bir bakış açısı getiriyorlardı; buna göre, kişi iradesi yoluyla fiillerine karar vermekte ve yapmaktaydı. Dolayısıyla kişinin fiilleri kendisini bağlamaktadır ve bunlardan hesaba çekilecektir. Bunun manası halifelerin yaptıkları işlerden sorumlu olduklarıdır.

Emevîler döneminde farklı mezheplerin bir şekilde merkezden uzaklaştırılması sonucunda ortaya çıkan Emevî karşıtı sosyal mutabakat bu devrin sona ermesine ve Abbasi yönetiminin tesis edilmesine sebep olmuştur. Abbasiler döneminde Emevîler’e ait olan ve toplum nezdinde ciddi eleştirilere sebep olan akide, kabile ve ganimet politikaları değişikliğe uğramıştır. Öncelikli olarak şunu belirtmek gerekir ki, burada kabileye dayanan toplum yapısının da değişimiyle beraber yeni bir sınıfsal yapı ortaya çıkmıştır. Bu sınıflar seçkinler ve halk sınıflarıdır. Emevîler döneminde ümera/ulema sınıfına dâhil olan halife, Abbasiler döneminde sınıflar üstü bir pozisyona taşınmıştır. Ayrıca halifenin Allah’ın halifesi olduğu noktasında bir değişiklik söz konusudur. Bundan dolayı halifeler “sultanullah”, “halifetullah” gibi sıfatlarla anılmışlardır. Halife’nin kabile kökeni konusunda da Emevî döneminden farklı olarak “Rıza, Muhammed ailesindendir” şeklindeki hadisten hareketle ehl-i beytten birilerinin halife olması gerektiğini iddia etmişlerdir. Peygamberin amcası olan Hz. Abbas’ın soyundan gelenlerin halife olmaları gerektiğini bir şekilde meşrulaştırmışlar ve hilafet sistemini de bu düşünce üzerine bina etmişlerdir.

Özellikle Emevîler dönemi ile akide, siyasi olanı meşrulaştırıcı bir rol üstlenmeye başlamış, bu durum Abbasiler döneminde de devam etmiştir. Dört halife döneminde dini olan siyasi olanı belirlemekte iken sonraki dönemlerde bu hiyerarşik ilişkide pozisyonlar değişim göstermiştir. Görüldüğü üzere Arap-İslâm siyasal aklının kurucu kavramlarından olan akide zaman içerisinde değişiklikler göstermiştir. Konunun daha iyi kavranması için kabile ve ganimet kavramlarını da incelemek gerektiğini belirtmeliyiz. Burada kısıtlı bir biçimde yalnızca akide konusunu ele aldık. Bundan sonraki yazılarımızda da diğer iki kavramı aynı yaklaşımla inceleyeceğiz.

__
24.12.2014 tarihinde şu adreste yayımlandı: http://ibredergi.com/arap-islam-siyasal-aklinin-olusumunda-uc-anahtar-kavram-1-akide.html

7 Aralık 2014 Pazar

NEMSİZLİK

Sesler yankılanmakta yüreğimin odalarında
Ambulans sirenleri çınlayan yollar bilirim
Gelişigüzel dökülen sövmeler dudaklardan 

Yüzler geceden yorgun
Mutlu bakışların firar ettiği mahal burası

Yırtıcı kol saati sesleri
Zarlarımı delerek temas ediyor beynime
Atardamarımdan yayılıyor vakitsizlik sanrısı
Vücudumun saatleri çorak

Çölleşme tehlikesi aşikâr dimağımda 
Yağmursuzlukla kavruluyor dağarcığım
Ne kadar sürer bu nemsizlik hali?

Bir kaç bilinmeyenli denklem
Kestirmek zor, bilinmez.

29 Kasım 2014 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN DEVLET İDARESİNDE SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM, 1990-2012

Doktora tez tartışma toplantıları dizisinin altmış ikincisinde SETA İstanbul dış politika araştırmacılarından Dr. Ali Aslan, 2012 yılında University of Delaware (ABD) Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladığı “Performing Turkey: Continuity and Change in Turkish Statecraft, 1990-2012” başlıklı doktora tezini sundu. Modernlik, hegemonya ve politikanın bir arada düşünülmesi çerçevesinde Türkiye’de yaşanan değişim algısı tartışmanın temel sorunsalını oluşturdu. Bugüne kadar modernlik odaklı dış politika çalışmalarında modernliğin kimlik boyutuna atıflar yapılmış ve dış politika büyük oranda bu amaçla yönlendirilmiştir. Modern dönemde modern olma amacı yeni kimliklerin inşasının arka planında önemli bir yerde durmaktadır. Burada dikkate değer olan bir durum da modernliği sorunsallaştıranların çalışmalarında ulus-devleti ele almıyor olmalarıdır. Modernliğin en temel yapı taşlarından olan ulus-devletin bu çerçevede ele alınmayışı modernlik tartışmalarının bir eksikliğidir. Modernliğin en asli unsuru olan ulus-devletin temel özne olarak ele alınması ve modernliğin dış politika yoluyla yeniden üretilmesi Aslan’ın çalışmasının odak noktasını oluşturmaktadır.

Burada post-yapısalcı okulun modernliğe yaklaşımını da ele almakta ve eksik yönlerini ortaya koymakta fayda var. Post-yapısalcılık, modernliği problematize ederken esas itibarıyla devletin kendisini yeniden üretip üretememesini incelemekte, fakat bu incelemeye modernliğin kimlik boyutunu dâhil etmemektedir. Kimlik konusu her ne kadar yakın zamanda yapılan çalışmalara dâhil edilmiş olsa da, bu çalışmalar devlet ve elitleri bir bütün olarak ele almak gibi bir sorunu barındırmaktadır. Post-yapısalcı düşüncede eylemi yapan aktör üzerine odaklanılmaz, belli bir ortamda yaşanan olaylara bakılır, fakat aktörler bu olayların müsebbibi olarak gösterilmez. Aktörler üzerine yoğunlaşılmamasının doğurduğu sonuçlardan birisi de çalışmalarda kimlik boyutunun eksik kalmasıdır.

Modern devlet ve bunun kimlik boyutunun beraber ele alınması ile modernlik ve hegemonya tartışması daha sağlıklı bir biçimde yürütülebilir. Aslan’a göre modernlik ulus-devlet üzerinden üretilmektedir. Burada dış politikanın kavramsallaştırılması gereklidir. Dış politika çalışan araştırmacılar devletler arası ilişkilere odaklanırken; Aslan, post-yapısalcı bir yaklaşımla, devletin sürekli olarak iç-dış ayrımıyla kendisini üretmek zorunda olduğunu iddia etmektedir. İç-dış kimlik inşasına verilebilecek en güzel örneklerden birisi, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin ürettiği kapitalist kimlik olup Sovyet Bloğu’nun komünizm vurgusu üzerinden bir kapitalist kimlik inşası söz konusudur. Burada bir kimlik siyasetinden ziyade kimlikleşme siyaseti, yani sürekli bir varoluş hali, sürekli bir kimlik tanımlaması mevcuttur. Bu durum da modern dönemle beraber yerel-seküler otoriteler ortaya çıkmış ve meşrulaşmıştır. Tarihin akışı içerisinde Vestfalya Antlaşması gibi farklı gelişmeler bu otoritelerin ortaya çıkışına destek olmuştur. Aslan’a göre hegemonya kurmak isteyen bir siyasi güç şu üç alanda tutarlı bir söylem oluşturmalıdır: iç-toplum, dış-uluslararası alan, sistem-yakın çevre.

Kemalizm, Osmanlı’da kısmen başlayan devlet merkezli modernliği kabul etmiştir. Bu geçişi seküler ve milliyetçi bir millet tanımı üzerinden yapmıştır. Kemalizm, iç politikada seküler-milliyetçi, dış politikada devlet merkezli bölgesel düzen, uluslararası sistemde Batı’nın hegemonyasını kabul eden ve buna dahi olmaya çalışan bir duruş öngörmüştür. Farklı süreçlerde kullanılan dil ve söylemlerle bu duruş sarsılmıştır. Adnan Menderes dönemi, 1961 Anayasası ve sonrasında Kemalizm değişen politik şartları kendi söylemine dâhil etme gayretine girmiştir. Kemalizm’in asıl krizi 1980’lerin sonu 1990’ların başında ortaya çıkmıştır. Zira öngördüğü seküler-milliyetçi toplum ve Batıcı kafa bu tarihten itibaren uyuşmazlık göstermeye başlamıştır. Dolayısıyla Kemalizm’in toplumu temsili manasında birtakım sıkıntılar baş göstermiştir. Liberal, Kürtçü ve İslâmcı akımların bu dönemde artan görünürlüğü de bu durumu destekler niteliktedir.

2002 yılı itibarıyla AK Parti yeni bir kimlik ve proje ile sahneye çıkmıştır. Kemalizm kadar olmasa dahi muhafazakâr, hatta İslâmcı çizgiden bir parti olan AK Parti ulus-devleti kabul etmiştir. Burada “muhafazakâr demokrat” tanımı önem arz etmektedir. Modernliğin üç ideolojisi liberalizm, sosyalizm ve muhafazakârlıktır. Muhafazakârlık yerel olana diğerlerine oranla daha fazla değer verdiği için seçilmiştir. Liberal demokrasi ise iktidarı sınırlandırmaya çalışır, toplumun değişimini destekler. Muhafazakâr demokrat toplum içeride, dışarıda bölgeyi ve Vestfalya ile ortaya çıkan sistemi zorlayan bir anlayışa sahiptir. İslâmî vurguların arttığı, bölge siyasetine aktif olarak dâhil olunan, ulus-devleti hem sahiplenen hem de onun boyutlarını aşındıran bir anlayıştır bu. Küresel düzlemde tek değil birçok medeniyet olduğunu ve Türkiye’nin birden çoğuna üye olduğunu savunur bu anlayış. Aslan, bu tarz ikilemlerden dolayı AK Partili Türkiye’nin hegemonik bir krizle karşı karşıya olduğunu iddia etmektedir. Ona göre Türkiye’nin bunu aşması gerekmektedir. Aslan’ın tezindeki temel sorunsalı modernlik, hegemonya ve dış politika arasındaki ilişki oluşturmaktadır. Küreselleşen dünyada gerek modernlik gerekse hegemonya değişimi tartışmalarının önemi artmaya başlamıştır. Bu tartışmaların bir kısmı kimlik, bir kısmı ise ulus-devlet konusunu ele almamaktadır. Ali Aslan işte bu noktada kimlikleşme kavramını ve ulus-devleti bir araya getirmekte ve Türkiye’nin 1990’lardan beri devam eden değişimine farklı bir perspektiften ışık tutmaktadır.
__
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 26 Mart 2014 tarihinde düzenlediği TEZAT toplantı dizisinin altmış ikinci oturumunda SETA Vakfı araştırmacılarından Dr. Ali Aslan’ın yaptığı “Türkiye’nin Devlet İdaresinde Süreklilik Ve Değişim, 1990-2012” başlıklı sunumun değerlendirme metnidir. BİSAV Bülten’in 84. sayısında yayımlanmıştır.
http://www.bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&yayinid=207&menuID=2_3&yayintipid=3&makaleid=1277

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE KİMLİK VE ONTOLOJİK GÜVENLİK

Küresele Kuramsal Bakışlar toplantı dizisinin sekizincisinde Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Bahar Rumelili, devletler arasındaki güvenlik ilişkilerini, işbirliğini, devletlerin tehdit algılarını ve başta ontolojik güvenlik olmak üzere farklı güvenlik kuramlarını masaya yatırdı.

Uluslararası ilişkilere inşacı bakış açısıyla yaklaşan Rumelili’ye göre, devletler kimlikleri olan sosyal aktörlerdir. Devletlerin kendi kimliklerini nasıl tanımladığı ve diğer uluslararası aktörler tarafından bu tanımlamaların ne derece kabul gördüğü önem arz eder. İnşacı yaklaşım ülkelerin tehdit algılarının maddi kapasiteleriyle değil, kimlik algılarıyla açıklanabileceğini ve kimliklerin zaman içerisinde dönüşebileceğini öne sürer. Yine işbirliği, devletlerin ortak kimlikler oluşturmasında önemli bir kavramdır. Realist ve neorealist okulların “Devletler ortak tehditler karşısında çıkarları doğrultusunda ortak hareket edebilir” ve liberal ve neoliberal okulların “Devletler tehditlere bağlı olmaksızın çıkarları doğrultusunda sınırlı bir süre için bir araya gelebilir” savına karşı inşacı okul, “İşbirliği ile bir araya gelen devletler yalnızca çıkarları dolayısıyla ortak hareket etmez, ortak kimlikler de oluştururlar” iddiasındadır.

Rumelili, devletlerin kimliklerinin tehdit algılarından değil de aralarındaki ihtilaflardan kaynaklandığı iddiasında. Ona göre, devletler arası ihtilaflar kimlikleri oluşturur, kimliklerin oluşumu da ihtilafları pekiştirir ve ihtilafların sürekliliğine neden olur. Devletler kimlikler üzerinden diğer devletleri değerlendirir ve ötekileştirir. Bu noktada “ontolojik güvenlik” kavramı, kimlik ve güvenlik arasındaki ilişkiyi tamamlar niteliktedir. Örneğin, Avrupa Birliği’nin kimliği Türkiye ve diğer ülkeleri ötekileştiren bir bakış açısı üzerinden kurulmuştur. Ancak AB üyesi olmayan ülkelerin AB’ye tehdit oluşturduğunu söylemek fazla iddialı olacaktır. İşte güvenlik ilişkilerinin açıklamakta zorlandığı bu noktayı ontolojik güvenlik kavramı “ötekileştirme” ile açıklar.

Rumelili’nin kimliklerle ilgili açıklamaları gösteriyor ki kimlik ve güvenlik kavramları arasındaki ilişki her zaman iyi kurulamamıştır. Kimlikle ilintili güvenlik ve fiziksel güvenlik kaygıları arasındaki ayrımı ontolojik güvenlik ile açıklamak mümkündür. Anthony Giddens ontolojik güvenlik kavramını yeni doğan bir bebek ve bakıcısı arasındaki ilişkiye benzetir. Yeni doğanlarda temel güven oluşumu rutin ve alışkanlıklara dayanır. Birey, bu rutin ve alışkanlıklar üzerinden çevresinde olup bitenlere bir anlam vererek kendi kimliğini oluşturur; böylece varoluşsal soruları yanıtlar ve kendisine koruyucu bir çerçeve oluşturur.

Giddens’ın bu ontolojik güvenlik anlayışını uluslararası ilişkilere adapte eden iki temel görüş vardır. Catarina Kinnvallve Stuart Croft’a göre bireylerin küreselleşme ile birlikte farklı bir dünya ile karşılaşmaları alıştıkları rutini sorgulamalarına neden olur ve nihayet farklılıkları bir tehdit olarak algılamaları milliyetçi birtakım söylemlere yol açarken ontolojik bir kimlik inşa edilir. İkinci tür ontolojik güvenlik çalışmaları ise şu tezi savunur: Devletler hem fiziksel hem de ontolojik güvenlik arayışındadır. Buna göre, devletler bir yandan bekalarını garanti altına almaya, diğer yandan uluslararası sistemdeki varlıklarını belirli bir anlayış çerçevesinde sürdürmeye çalışırlar. Jennifer Mitzen ve Brent J. Steele’e göre devletlerin ontolojik güvenlik arayışı belirli durumlarda fiziksel güvenliklerini tehlikeye atabilecek davranışlarda bulunmalarına yol açabilir. Mitzen bu söylemini inatçı ihtilaflar örneği ile destekler. İhtilafın devamının fiziksel güvenliklerine tehdit teşkil etmesine rağmen ontolojik güvenlik arayışları dolayısıyla çatışmanın sürdürüldüğü İsrail-Filistin sorunu buna bir örnektir. Steele ise aynı anlayışı insani müdahaleler ile açıklar. Liberal devletler için insani yardım gerektiren durumlarda müdahale etmek her ne kadar fiziksel tehlike yaratsa da kendi benlikleri ile çatışmamak adına, ontolojik kimlikleri gereği bu tehlikeleri göze alırlar.

Uluslararası ilişkilerde güvenlik konusu 1990’lardan itibaren popüler bir çalışma alanı hâline geldi. Bu çalışmalar içerisinde ontolojik güvenlik nispeten yeni bir kavram. Güvenlik çalışmalarının çoğunda da görülebileceği üzere, devletler çoğunlukla bekalarının fiziksel güvenliklerini sağlamalarından geçtiği kanısındadırlar. Ontolojik güvenlik ise, fiziksel güvenliğin aksine, devletlerin bekası yerine varoluş biçimlerindeki istikrar ve devamlılığa odaklanır. Son dönemlerde güvenlik çalışmalarında psikolojiden de faydalanılmaktadır. Buna göre genellikle fiziksel güvenlik korku, ontolojik güvenlik ise endişe/kaygı duygusunu açığa çıkarır. Endişe bilinmezlikten/belirsizlikten ileri gelir. Bireyler endişelerini kontrol etmek için bunları korkuya çevirirler. Aynı şekilde devletler de ontolojik kaygılarını kontrol edebilmek için fiziksel korkulara dönüştürürler.

Rumelili, aktörler arasındaki ihtilafları dört kategoride incelemektedir. İstikrarlı ihtilaflar, (Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ve İsrail-Filistin çatışması gibi) fiziksel güvensizlik ve ontolojik güvenliğin bir arada bulunduğu durumlardır. Bu tür ihtilafları çözmek için ontolojik güvensizlik yaratılmalı, tehdit algılarının ve çatışmacı kimliklerin yeniden üretilmesine zemin hazırlanmalıdır. İstikrarsız ihtilaflarda hem fiziksel hem de ontolojik güvensizlik bir aradadır. Dönüşme sürecindeki ihtilaflar, tarafların kendi aralarında çözdüğü veya uluslararası kamuoyunun bitirdiği ihtilaflardır. Kuzey İrlanda örneğinde olduğu gibi, ihtilafın çözümüyle her ne kadar fiziksel güvenlik sağlanmışsa da ontolojik güvensizlik devam eder. Son kategori ise barıştır. Barış, hem fiziksel hem de ontolojik güvenliğin sağlandığı durumdur. İsveç ve Finlandiya arasında BM girişimi ile çözülen Aaland Adaları sorununu buna bir örnektir. Buna göre adalar Finlandiya sınırları içinde kalmış ama kültürel olarak İsveç’e bağlı olmasına müsaade edilmiştir. Barış süreçlerinde her ne kadar fiziksel güven ortamı sağlansa da ontolojik güvenliğin hemen sağlanmasını beklemek gerçekçi değildir, öncelikle ortak kimlikleri inşa edebilecek süreçlere yönelmek gerekir.

Ontolojik güvenlik alanında değerli çalışmaları olan Rumelili, editörlüğünü yaptığı ve bu yıl çıkması beklenen Ontolojik Güvenlik, İhtilafların Çözümü ve Barış Endişeleri kitabında ihtilafların çözüm sürecinde ontolojik güvenliğin yarattığı endişelerin nasıl aşılabileceği üzerinde duruyor. Bu eser ile yukarıda bir özetini sunduğumuz konu hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşmak mümkün olacak.
__
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 9 Ekim 2013 tarihinde düzenlediği Küresele Kuramsal Bakışlar toplantı dizisinin sekizinci oturumunda Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Bahar Rumelili’nin yaptığı “Uluslararası İlişkilerde Kimlik ve Ontolojik Güvenlik” başlıklı sunumunun değerlendirme metnidir. BİSAV Bülten'in 83. sayısında yayımlanmıştır.
http://www.bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&menuID=3_3&yayintipid=3&yayinid=202&makaleid=1220


20 Kasım 2014 Perşembe

BİR TÜRKİYE İSLÂMCILIĞI ÜRÜNÜ: İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

İslâmcılık akımının önemli fikir adamlarından, üstatlarından Necip Fazıl Kısakürek’in “bütün varlığı” “yaratılış sebebi” olarak nitelendirdiği İdeolocya Örgüsü Türkiye’de İslâmcılık düşüncesinin temel özelliklerini yansıtması bakımından dikkate değer bir eserdir. Kısakürek, bu eserde kurguladığı siyasi sistem üzerinden geniş bir yelpazede sosyal, siyasî, ekonomik pek çok konuyu ele almıştır. Eseri İslâmcılık düşüncesi için önemli ve değerli kılan özellik, Kısakürek’in İslâm inkılabı beklentisini ortaya koymuş olmasıdır ki o dönemin şartları göz önüne alındığı zaman bu beklentiyi dillendirmenin cesur bir çıkış olduğu aşikârdır. Detaylı bir devlet telakkisinin çizildiği eserde Kısakürek’in inkılap anlayışı ve kurulması gereken devletin temel özellikleri açıkça ortaya konmuştur. Eserde Kısakürek İslâm inkılâbının özelliklerinden bahsetmekte, farklı kavram ve konulara yaklaşımını ortaya koymakta, kurguladığı devlet sisteminin işleyişi hakkında detaylı bilgi vermekte ve nihayet bahsettiği ülküyle hareket edenlerin sahip olması gereken temel prensiplerden bahsetmekte, bir yönüyle ideal insan tipolojisini ortaya koymaktadır. İdeolocya Örgüsü Türkiye’de İslâmcılık düşüncesinin zaman içerisindeki dönüşümlerinin, değişimlerinin bir yansıması olması ve hareketin yapı taşlarına referans vermesi açısından önem teşkil etmektedir.

Kısakürek’in yedinci bölümün başında ortaya koyduğu düşünceleri eserin bir nevi kalbini oluşturmaktadır. İslâm, liberalizm, sosyalizm ve faşizmin savunduğu değerler bütününü içerisinde barındırmakta ve bunların eksik yönlerini tamamlamaktadır. Bu ideolojiler hakikatin bir bölümü üzerine yoğunlaşmakta dolayısıyla da bir diğerini sığ diye nitelendirilebilecek bir biçimde eleştirmektedirler. Hâlbuki İslâm bu ideolojilerin savunduklarını bir bütün olarak bünyesinde barındırmaktadır. Bu nedenle İslâm’ın bu ideolojilerden birisi ile yakınlaştırılması, bunlarla İslâm arasında benzerlik ilişkisi kurulması mantıklı değildir. Liberalizm ve kapitalizm birey haklarını ön plana çıkarırken, sosyalizm ve komünizm de cemiyet haklarına vurgu yapmaktadır. İslâm fertlerin haklarını onlara verdiği gibi cemiyet haklarını da açıkça önemsemektedir. Ticaret helal kılınmış, ferdi mülkiyet ve kazanç ise hak olarak görülmüştür; buna karşın faiz haram, zekât farz kılınmıştır. Zekât konusunu burada belirtmek özelde sosyalizm ve komünizmin talep ettiği sosyal adalet kavramının içerisini doldurması açısından gereklidir; zira bireylerden toplanan zekâtlar devlet hazinesinde toplanmakta ve buradan da ihtiyaç sahiplerine dağıtılmaktadır. Necip Fazıl’ın İslâm ve modern Batılı ideolojileri karşılaştırırken beyan ettiği fikirler İslâmcılar nezdinde ciddi bir teveccüh görmüştür.

Müellif, eserinde İslâm inkılâbının siyasi boyutunu ele alırken İslâm’a destek olan dost ve karşı olan düşmanlara ayrıntılı biçimde yer vermiştir. Burada İslâm düşmanlarını iki ana kategoride ele alabiliriz. Birincisi dış düşmanlardır ki, bunların İslâm ile alakaları bulunmamaktadır. Kısakürek bu kategoriye Batıyı, Yahudileri, Masonları vs. dâhil etmektedir. Bahsi geçen topluluklar 400 yıl boyunca İslâm siyasetinin başarısızlığı için ciddi çalışmalar yapmışlardır. İkinci kategorideki düşmanlar iç düşmanlar, yani İslâm’la tanışmış insanlardır. Bunlar her ne kadar İslâm’la tanışmışlarsa da İslâm’ın özünü kavrayamamış kişilerdir. Bu grupta müellifin kendi deyimiyle softalar ve münafıklar vardır. Kısakürek’in dost olarak nitelendirdiği insanlar ise İslâm inkılâbının gerçekleşmesi ve yeryüzünde İslâm düzeninin hâkim kılınması için gecesini gündüzüne katarak samimi olarak çalışan müminlerdir.

Kısakürek’in Batı’nın ilmi konusundaki görüşleri hemen hemen bütün İslâmcıların kültür ve medeniyet ayrımı üzerindeki görüşleriyle aynı minvaldedir. Burada başvurduğu “Hikmet müminin yitik malıdır, nerede görse alır” şeklindeki hadis genel itibariyle İslâmcılık akımının başvurduğu bir kaynak niteliğindedir. Kısakürek Batı’nın yalnızca bilim ve teknolojideki gelişmelerini takip etmek gerektiğini, bunun dışındaysa Batı’yla herhangi bir alışverişin olmaması gerektiğini savunur. Dahası ilerleyen bölümlerde yine tipik bir İslâmcı söylem olan Batı’nın esas itibariyle bugünkü durumuna gelmesi için gereken ilerlemeyi Müslümanların kaynaklarını kullanarak başardıkları söylemini kullanır. Ona göre Antik Yunan ve Roma deneyimleri sonrasında Batı’nın ışıltısı sönmüştür. Batı’nın bugünkü gücüne ulaşmasının arkasındaki temel etken, zamanında Müslümanların ürettikleri kaynakları kullanmayı akıl etmiş olmalarıdır. Batı toplumu, Müslümanların öz kaynakları ile Yunan ve Roma deneyimlerini tekrar diriltme çabasındadır. Maalesef Müslümanlar Rönesans’ı yeterince iyi tahlil edememişlerdir. Batı’nın kendi realitesi içerisindeki zihniyet dönüşümünü kavrayamamaktan dolayı da geri kalmışlığın çaresi Batı’yı devamlı taklitte bulunmuştur. Bu anlayış genel kabul gören İslâmcı bir söylemin tezahürü niteliğindedir.

Kısakürek’in eserinde sunduğu devlet modeli “Başyücelik Devleti”dir. Kendi iddiası bu devlet modelinin yüzlerce yıllık devlet geleneklerinin tamamının bir süzgeçten geçirilmiş ve en iyi yanlarının alınmış olduğu bir rejim olduğu yönündedir. Bunun yanı sıra, İslâm devlet geleneğinin önemli bir parçası olan şûra ilkesine de tamamıyla bağlı bir modeldir. Eserin sekizinci bölümü tamamıyla bu devlete odaklanmaktadır. İslâm inkılâbının gerçekleşmesi için klasik manada bir sınıf ayrımına gerek olmadığını iddia eder Kısakürek. Sosyalist devrimin olması için iktisadi bir sınıf çatışması gerekmektedir, fakat İslâm devrimini gerçekleştirmek yalnızca herhangi bir sınıfın üzerine vazife değildir. Burada kendi deyimiyle “gerçek ve üstün münevverler aristokrasyası” sınıfına ihtiyaç vardır. Bu sınıf inkılabı gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip kişilerden teşekkül etmektedir ve iktisadî bir sınıf değildir. Dolayısıyla da Batılı anlamda keskin bir sınıf ayrımı yoktur; sadece inkılâbı gerçekleştirebilecek bir zihniyete işaret eder.

Kısakürek’in eserlerini verdiği dönem Türkiye İslâmcılığının milliyetçi/mukaddesatçı bir çizgiye evirildiği bir dönemdir. İslâmcılık cumhuriyetin ilk yıllarındaki baskı yönetimi dolayısıyla çıkış yolu olarak milliyetçi/mukaddesatçı bir üslup kullanmayı görmüştür. Müellifin milliyetçiliğe yüklediği anlam dönemin İslâmcılarının milliyetçi değişiminin bir göstergesi olarak algılanabilir. Eserde vurgulanan milliyetçilik cumhuriyet döneminde sıklıkla başvurulan bir etnik/ırkçı milliyetçilikten farklıdır. İnsanların farklı fırkalar halinde yaratıldığı gerçeğinden hareketle farklı milliyetlerin peygamberin istediği şekilde, İslâm’ı şereflendirmek için rekabet edeceklerini yazmıştır Kısakürek. Dolayısıyla buradaki milliyetçilik yumuşak bir milliyetçiliktir ve milliyetler İslâm çatısı altında eriyerek bir harmoni oluşturmaktadırlar.

Kısakürek’in eseri bir yandan ütopik bir model önermekte, bir yandan da tarihe sınırlı da olsa atıfta bulunmaktadır. Tarihe atıf yapması, tarihle bağlarının bulunması hasebiyle esere ütopya kategorisinde değerlendirmek pek de mümkün değildir. Eserde İslâm toplumunun geçirdiği son dört yüz yılı belli başlıklar altında eleştirse de genel anlamda Kısakürek’in tarih üzerinde yeterince durduğu söylenemez. Eserin Gençlerle ilgili bölümünde Asr-ı Saadet’e atıfta bulunan Kısakürek bu noktadan sonra tarih üzerine eğilmez, tarihi referans vermez. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Başyücelik Modeli tarih süresince hüküm sürmüş bütün devlet rejimlerinden süzülerek ortaya koyulmuştur; müellifin iddiası bu yöndedir. Bu iddianın tarihi bir takım referanslarla güçlendirilmesi beklenirken eserin büyük kısmında tarih alanı boş bir bölgeye tekabül eder. Bu açıdan ele alındığında eser İslâmcılığın temel özelliklerinden birisine örnek teşkil etmektedir.

İfade ettiğimiz üzere, İdeolocya Örgüsü Türkiye’de İslâmcılığın evirildiği yere işaret etmesi açısından önem taşımaktadır. Detaylı olarak ele alındığında, eserin İslâmcı gelenekten gelen Ak Parti hükumetinin temel felsefesiyle ilişkilendirebilecek noktalar taşıdığı iddia edilebilir. Bu durum, Kısakürek’in fikirlerinin toplumda karşılık bulduğunun göstergesidir. Müellif en önemli eseri olarak tanımladığı İdeolocya Örügüsü’nde önce İslâm inkılâbının farklı yönleri üzerinde, daha sonra da Başyücelik Devleti olarak adlandırdığı devlet modeli üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuştur. İslâmcılığın milliyetçi/mukaddesatçı bir çizgiye dönüştüğü bir dönemde verilen eserde bu dönemin milliyet/milliyetçilik anlayışının izdüşümlerini görmek mümkündür; zira Kısakürek sıklıkla milli değerlerden bahsetmekte ve özel olarak milliyetçiliğin de tanımını yapmaktadır. Kısakürek’in bilime ve Batı menşeili bilginin alınmasına dair düşünceleri de yine tipik bir İslâmcı duruşuna tekabül eder. Bunun dışında tarihe atıf noktasındaki eksiklikler de İslâmcılık düşüncesinin genel manada tarih noktasındaki eksikliğinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

26 Ekim 2014 Pazar

SADÂRET MAKAMINDA BİR İSLÂMCI BİLGE

Osmanlı Devleti’nin son dönemi pek çok alanda, özellikle de siyasette ve bürokraside girift ilişkilerin görüldüğü bir dönemdir. Özellikle Osmanlı modernleşmesi döneminde devletin bekası için ortaya çıkmış belli başlı ana akım hareketler mevcuttur. İslâmcılık bu kurtuluş ve kalkınma akımlarının en önemlileri arasında bulunmakta ve günümüzde de önemli bir ideoloji olarak varlığını devam ettirmektedir. İslâmcılık hareketi entelektüel bir sahada hareket etmekle beraber devlet içerisinde, bürokrasi ve siyaset alanında da varlığını göstermiştir. Gerek entelektüel donanımı gerekse siyaset ve bürokrasideki aktif görevleri ve ağırlığı hasebiyle Said Halim Paşa İslâmcılık hareketinin nevi şahsına münhasır karakterlerinden birisidir.

1863 yılında Kahire’de doğan Said Halim Paşa Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunudur. Kahire’de Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızcayı tahsil ettikten sonra İsviçre'ye yerleşerek burada yaklaşık beş yıl siyasal bilgiler öğrenimi görmüştür. Paşa İstanbul’a döndükten sonra devlet idaresinde Şûra-i Devlet azalığı, Rumeli Beylerbeyliği, Yeniköy Belediye Reisliği, Ayan Meclisi Azalığı ve Şûra-i Devlet Başkanlığı ve Hariciye Nazırlığı gibi makamlarda görevlerde bulunmuş, 1913-1917 yılları arasında da Sadrazamlık görevini yürütmüştür.

Said Halim Paşa’yı bizim için önemli kılan sebeplerden birisi de sadrazamlığı süresince yürüttüğü politikaları ve siyasi ilişkileridir. Döneminin en önde gelen İslâmcı entelektüellerinden olan Paşa aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde de önemli bir konumdadır. Cemiyet içerisinde hayli saygın bir yeri olan Paşa cemiyetin genel sekreterliğine kadar yükselmiştir. Paşa’nın Cemiyet içerisindeki aktif rolü onun kabine içerisinde hızla yükselmesine katkı sağlamıştır. Hariciye Nazırlığı görevini sürdürürken Mahmut Şevket Paşa’nın suikasta uğraması ile Sadrazamlığa getirilmiştir.

Paşa’nın İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişki kurması dönemin siyasi şartları gereği anlaşılabilir bir durumdur. Osmanlı’nın son döneminde karşılaştığımız yeni siyaset arayışı Paşa’nın önemli motivasyon kaynaklarındandır ve İttihat ve Terakki bu yeni siyaset arayışının merkezinde yer alan bir hareket olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim pek çok farklı kesimden aydınlar kısa süreli de olsa İttihat ve Terakki çatısı altında bulunmuşlardır. Paşa’nın İttihat ve Terakki çizgisinden farklı bir yerde durmakla beraber cemiyetle hemfikir olduğu noktalar da vardır ve cemiyet Paşa’ya güçlü bir siyasi zemin desteği sağlamıştır.

Daha önce de belirttiğimiz üzere, Paşa entelektüel donanımı ile devlet tecrübesini bir araya getirmeyi başarabilen ender şahsiyetlerdendir. Farklı tarihlerde kaleme aldığı risaleleri ile reformlara eleştiriler yöneltmekte, toplumsal değerleri analiz etmekte ve Osmanlı’nın kurtuluşu üzerine kafa yormaktadır. Paşa’yı döneminin siyaset adamlarından ayıran önemli özelliklerden birisi de Batı toplumuna ve Osmanlı toplumuna vâkıf olmasıdır. Bu özelliğinin izdüşümlerini eserlerinde rahatlıkla görebiliyoruz. Paşa’nın risalelerinde en çok yer verdiği konuların başında mütekabiliyete bağlı olarak taklitçilik konusu gelmektedir. Batı tarzı bir yönetimin özelde Osmanlı ve genelde İslâm toplumu için neden uygun olmayacağı risalelerinin neredeyse tamamında toplumun köklerinden kopmaktan ve yabancılaşmaktan bahseden Paşa’nın temel sorunsalını oluşturmaktadır. Aynı dönemde yazan aydınların aksine, Paşa, Taklitçiliğimiz başlıklı risalesinde Avrupa’nın modern siyasi kurumları ile Osmanlı kurumları arasında benzerlik kurmamış, farklılıkları vurgulayan bir metin ortaya koymuştur. Bu durumun temelinde Batılı bir sistem ile Osmanlı’nın toplumsal yapısının birbirine mütekabil olmayışıdır.

Batı’yı taklit yoluyla ıslah edilmek istenen sisteme karşı, Paşa özgün bir siyasi yapı talep etmektedir. Risaleleri incelendiği zaman Paşa’nın bu konuya dört basamaklı bir hiyerarşi çerçevesinde yaklaştığı anlaşılmaktadır. İtikadî, ahlâkî, içtimaî ve siyasî yapı bu hiyerarşiyi teşkil eder. Buna göre ahlâkın temelinde itikat vardır, içtimaî yapı ahlâkî prensipler çerçevesinde ortaya çıkar ve siyasî yapı da bu içtimaî yapının bir yansımasıdır. Said Halim Paşa’nın yaşadığı dönemde bu hiyerarşinin en alt basamağında bulunan siyasiyat birinci sıraya yükselmiştir. O günün koşulları içerisinde devletin bekasını sağlamak uğruna Osmanlı toplumunun itikadî, ahlâkî ve içtimaî karakterleri göz önüne alınmamıştır. Dolayısıyla da sözünü ettiğimiz hiyerarşi alt üst olmuş, köklerini itikattan, ahlâktan ve içtimaiyattan almayan bir siyasi mekanizma ortaya çıkmıştır. İtikadî, ahlâkî ve içtimaî dinamikler büyük ölçüde değişmemiş, fakat siyaset arayışı bu katmanlardan kopmuştur. Bu da doğal olarak bir mütekabiliyet problemini ortaya çıkarmaktadır.

Osmanlı modernleşmesinin belirgin özelliklerinden birisi ıslahat hareketlerinin toplum nezdinde İslâm üzerinden meşrulaştırılmasıdır. Bu durum İslâmcılık hareketinin de temel sorunsallarından birisini teşkil etmektedir: İslâmcılık bir yandan modernleşme hareketlerinin sunduğu Batı menşeli fikir, kurum ve uygulamalara İslâm’a atıf yaparak karşı durmakta, diğer yandan da karşı çıktığı bu fikir, kurum ve uygulamaları yine İslâm geleneğinden destek alarak meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Diğer İslâmcı aydınlardan ve Osmanlı devlet adamlarından farklı olarak Said Halim Paşa risalelerinde meşrulaştırma yolu ile öne çıkan bu benzerlik ilişkisinden uzak durmuş, aksine düşünce dünyasını Batı ve Osmanlı arasındaki farklılıklar üzerine inşa etmiştir.

İlmi ve siyasi düşünceleri itibariyle yaşadığı dönemin önemli düşünce ve devlet adamlarından olan Said Halim Paşa, İslâmcılık düşüncesinin önemli isimlerinden birisidir. Düşünce üretebilen bir aydın olan Said Halim Paşa, döneminde İslâmcı olsun veya olmasın farklı kesimlerin saygısını da kazanabilmiş bir şahsiyettir. Onun belki de en önemli özelliklerinden birisi içerisinde bulunduğu akım da dâhil olmak üzere düşünce ve aksiyona eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşabilmesidir. Sadece muhalifi olduğu düşünce ve hareketleri tenkit etmekle yetinmemiş, İslâmcı düşünceye de ciddi tenkitlerde bulunmuştur. Said Halim Paşa, her dönemde ihtiyaç duyacağımız entelektüel ve siyasi donanıma sahip ender aydınlardan birisi, mekânı cennet olsun. 

TURKEY’S RISE AS A PEACE MEDIATOR WILL CONTINUE UNDER DAVUTOĞLU

Turkey’s role in keeping international peace and providing assistance in conflict resolution has been increasing over the last decade. Turkey’s new Prime Minister Ahmet Davutoğlu argues Turkey is a country, which has long-standing partnerships with the West and shares common civilizational and cultural similarity with different parts of the world. This characteristic gives Turkey the ability to empathize with actors in conflict. Turkey’s credibility is an advantage for these mediation efforts. As also stated in the conference, an ideal mediator understands the context of the crisis and empathizes with the actors involved. Such awareness gives Turkey a good opportunity to find success in its initiatives. 

Let us go back a bit and remember Turkey and Finland launched the Friends of Mediation initiative within the United Nations in 2010, to promote and advance the use of mediation in the peaceful settlement of disputes, conflict prevention and resolution, as well as to generate support for the development of mediation. The group currently has 38 member states along with seven regional organizations, the UN, and other international organizations. Turkey’s efforts in supporting peace are well recognized by the international community. Members of the international community appreciate the Ministry of Foreign Affairs for its efforts in promoting conflict resolution and peace making.

As Davutoğlu often stresses, the problems with Turkey’s neighbors deeply affect the country and Turkey tries to respond to these problems through helping ensure the independence and the integrity of these countries. The problems emerging with the Arab Spring put Turkey in a difficult position. Turkey is obviously facing problems in Syria and Iraq, and these together represent the longest border with Turkey. What was the response of Turkey to these crises? Davutoğlu argues Turkey was the only country to initiate pre-crisis and during-crisis action in Syria, and the lack of support from the international community found Turkey all alone. Similar developments took place in Iraq. Turkey was the sole country to manage a pre-crisis initiative for the political integrity of the Sunni leaders and it was successful in convincing the Sunnis to enter politics. Developments since then drove the Sunnis out of politics and slowly marginalized a significant portion of the Iraqi society. Today ISIS has gained ground with Iraqi Sunnis largely due to the exclusion politics of the Iraqi government. Turkey’s efforts in pre-crisis and during-crisis management were largely wasted, due to lack of concern of the international community. Despite all the negative developments, Turkey continues to be an active supporter of peace and believes conflict can largely be solved through the negotiation of the domestic actors in Syria, as well as in Iraq.

The Foreign Ministry of Turkey hosted the III. Istanbul Conference on Mediation on 26-27 June 2014. The conference hosted academia members from different countries and diplomats from various international and regional organizations. Various non-governmental organizations, institutions, and foundations also observed the panels. These series of conferences refer to Turkey’s significant role in peace building and mediation in conflict regions. The topic of this year’s conference was the increasing role of regional organizations in mediation. It is a fact regional organizations play a large role in conflict resolution and peace making. Many states now recognize that cooperation with regional organizations is inevitable for healthy functioning of such processes.

Turkey’s active support in peace is not limited to its neighbors. Turkey is actively supporting peace in the Southern Philippines and provides assistance whenever needed. The Ministry of Foreign Affairs has been monitoring the disputes in the region and contributing for a more healthy peace process through various channels. One of the main characteristics of the process in the Philippines is there is active participation of states, regional organizations, and international non-governmental organizations (INGOs). As it can be derived from the case of the Southern Philippines, the role of non-governmental organizations (NGOs) is increasing and it is vital for the regional organizations to work in coordination with NGOs. Turkey exemplifies a positive example of successful coordination between a state and INGOs. The Ministry of Foreign Affairs is working in coordination with The Foundation for Human Rights and Freedoms and Humanitarian Relief (IHH), which is the largest INGO in the Philippines. IHH is one of the five members of the Third Party Monitoring Team founded to observe the transitory period and make sure the promises are fulfilled. Of course, this is not the only case where the state organs cooperate with various NGOs.

Mediation has become an important component of Turkish foreign policy especially for the last four years. Turkey’s role in mediation is more visible than ever, as Turkey is pursuing mediation between conflicting parties throughout the world. Successful mediation depends on being on the ground, knowing the actors, and incorporating lessons from previous experiences into the current process. All of these form the main characteristics of Turkish mediation. Despite the difficulties and failures in the Middle East, Turkey is a partner of a successful peace process in the Philippines. The credibility of Turkey positions it in a group of legitimate actors in the region such as Malaysia and Japan.

The “New Turkey” under Prime Ministry of Davutoğlu will roughly have the same foreign policy goals. The main characteristics of the foreign policy are expected to be constant and this means Turkey’s role in conflict resolution and peace making will continue increasing. Davutoğlu is well aware that Turkey’s rise in the region depends on establishing a peaceful environment. The first step towards establishing such an environment depends on solving the Kurdish dispute. Davutoğlu is aware of this and he is committed to solving the Kurdish dispute. The New Turkey, which has solved its own problems, will be the rising peace mediator in the upcoming decades.
___
29.08.2014 tarihinde şu adreste yayımlandı: http://www.turkeyagenda.com/turkeys-rise-as-a-peace-mediator-will-continue-under-davutoglu-1089.html
Published in the following link on 07.042014: http://www.turkeyagenda.com/turkeys-rise-as-a-peace-mediator-will-continue-under-davutoglu-1089.html

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...