22 Kasım 2016 Salı

SPEKÜLATİF BİR DENEME: BİZ TRUMP’I SEVMEDİK (Mİ?)

"Hiçbirimiz bu sonucu beklemiyorduk.” Oyların sayılmasında sona yaklaşılırken BBC ekranında sıklıkla tekrar edilen cümle buydu. Dünyanın dikkatle takip ettiği seçimlerin sona ermesiyle Donald Trump Amerika Birleşik Devletleri'nin 45. başkanı seçildi. Anketlerin önemli kısmının öngör(e)mediği bu sonucun ne anlama geldiği üzerine ilerleyen günlerde pek çok yazı yazılacaktır. Türkiye'de artan Trump sempatisi –sempati kelimesinin problemli olduğunun farkında olmakla birlikte, bunu göreceli bir tercih çerçevesinde kullanıyorum- ise üzerinde ayrıca düşünülmesi gereken bir durum. İlerleyen günlerde bu sempatinin artıp/azalacağını göreceğiz, ancak bugünkü durumu anlamak için Hillary Clinton ve Donald Trump figürlerinin Türkiye kamuoyunun hafıza ve vicdanındaki izdüşümlerine bakmak gerekiyor.

Hillary Clinton, Türkiye'nin yakından tanıdığı bir isim. Eski başkan Bill Clinton'ın eşi ve birinci Obama döneminin dışişleri bakanı. Demokrat Parti'nin başkan adayı olması siyasal duruşu hakkında üç aşağı beş yukarı bir fikir veriyor olmalı. Obama döneminin büyük oranda devamı niteliğinde bir başkanlık vadeden Clinton bu açıdan Türkiye ve daha geniş manada Ortadoğu için Obama tipolojisini pek de aşamadı. Arap Devrimlerinin başlangıcından beri ABD'nin bölge politikaları dile getirmekten ve dayatmaktan çekinmediği değerlerini taşıyamayacak kadar ikiyüzlü idi. Özellikle Obama dış politikasının Mısır'daki darbeye ve Suriye'deki iç savaşa yaklaşımı bölge halkları açısından tam bir hayal kırıklığı oluşturdu. Bu coğrafya açısından Clinton ismi bu “ikiyüzlü” çizgiyle hemhal olmak gibi bir dezavantaja sahip.

KESKİN ÇIKIŞLARIN BAŞKANI

Başkan adaylığı sürecinde tanıdığımız Donald Trump, içimizi ürperten keskin çıkışları ile dikkat çeken bir isim. ABD'deki azınlıklar hakkındaki ırkçı söylemleri uzun süre dünya kamuoyunun gündemini işgal eden Trump, bu açıdan bakıldığı zaman Türkiye'de olumsuz bir imaja sahip(ti). Özellikle Müslümanlara dair İslâmofobik açıklamaları bizim açımızdan önem arz ediyor. Amerika'da yaşayan Müslümanlar için olduğu kadar, Ortadoğu'nun içinden geçtiği sıkıntılı günlerde yeni Amerikan başkanının bu coğrafyaya ve Müslümanlara bakışı gelecek açısından önemli. Bu noktada Trump'ın durduğu yer pek de umut verici değil.

Bütün olumsuz söylemlerine rağmen Trump'ın popülaritesinin artması ise enteresan bir durum olarak yorumlanabilir. Bunun arkasında dört sebep olabilir. İlki, yukarıda bahsettiğimiz sebepler dolayısıyla Türkiye kamuoyunun Clinton'a yönelik ikiyüzlü algısının Demokrat Parti adayının hanesine eksi puan olarak yazılması. Clinton Türkiye'ye bir şeylerin değişeceği hissini vermekte başarısız oldu. Buna karşın Trump'ın avantajı muhtemelen şudur: açık ve net olması. Son zamanlarda sıklıkla duyduğumuz bir ifade bu: “Kartlarını açıkça ortaya koyan” bir Trump figürüne karşı “içi dışı bir olmayan” Clinton. Irkçılığını, İslâmofobikliğini gizleme ihtiyacı hissetmeyen, bunu mitinglerinde haykıran ve aldığı destek dolayısıyla belki de bildiğimiz ama dillendirmekten geri durduğumuz “Amerika'nın” yüzü Donald Trump.

Türkiye'de Amerikan başkan adaylarını konuşmak demek doğal olarak bu adayların Türkiye'ye bakışını konuşmak anlamına geliyor. Tam da burada Clinton ve Trump'a yönelik algıların kırılmasındaki ikinci etken sahneye çıkıyor: 15 Temmuz darbe girişimi. Batı'nın darbe sonrası takındığı ikiyüzlü tavır Türkiye'de şu sıralar Batı'ya bakışta pek çok şeyi değiştirmiş görünüyor. Özellikle “stratejik ortağımız” ABD'nin darbeyi kınamak bir yana, medya vs. üzerinden destekler nitelikte davranışlarda bulunması Türkiye açısından “yıkıcı” bir etki yarattı. Öyle görünüyor ki, 15 Temmuz iki başkan adayına bakışımızı ciddi manada etkiledi. Bir yanda 21 Temmuz'da New York Times'a verdiği röportajda darbeyi yanlış bulduğunu açıkça ilan eden ve darbe girişimini küçümsemeye çalışan iddiaları reddeden Donald Trump; diğer yanda net bir duruş ortaya koymayan, demokrasiye ve insan haklarına dair bir şeyler geveleyen, itidalli olma çağrısında bulunan Hillary Clinton. Bu husus Trump'ın imajını olumlu anlamda değiştirirken, Clinton algısına bir darbe vuruyordu.

FETÖ-CLINTON İLİŞKİSİ

15 Temmuz sürecinden söz açılmışken üçüncü noktayı dile getirmekte fayda var: Türkiye'deki başarısız darbe girişiminin arkasındaki FETÖ'nün Hillary Clinton ile ilişkisi. FETÖ'nün 2007 yılından itibaren Clinton kampanyasını maddi olarak desteklediği bilinen bir gerçek. Clinton ile Obama 2008 seçimleri öncesi Demokrat Parti'nin adayı olabilmek için birbirleriyle yarışırken FETÖ tarafını açıkça belirlemiş ve Clinton'a yüklü miktarda para bağışında bulunmuştu. FETÖ bu desteğini Trump karşısında da yineledi. Uluslararası medyanın bu iddialar merkezinde yönelttiği sorulara net bir yanıt vermekten kaçınan Clinton, ilginçtir ki bu iddiaları yalanlamadı da. Bu durumun Türkiye'nin Clinton algısı için nasıl bir kırılma yarattığını tahmin etmek güç olmasa gerek. Şu soruyu da soralım, muhtemel Trump kabinesinin savunma bakanlığı için öne çıkan isimlerden Michael Flynn'in Fethullah Gülen'in iadesine yönelik “umut verici” açıklamaları kimin imajına olumlu katkı sağlıyor?

Son husus Trump'ın bütün bir Trump karşıtlığına rağmen seçimleri kazanabilmiş olması. Amerikan medyasının, anket şirketlerinin, Hollywood yıldızlarının, hatta Google'ın Clinton'cı ve Trump karşıtı çalışmalarına rağmen kazanmayı başarmış bir Trump var karşımızda. Amerika'nın kabullenmekte zorlandığı bir gerçeği, görmezden geldiği karanlık tarafını kucağında bulması, ırkçı ve İslâmofobik bir figürün Amerikan başkanı olması bize ne hissettirmiş olabilir acaba? Amerikan rüyası sona mı eriyor diye sormadan edemiyor insan. Evet, Donald Trump Amerika Birleşik Devletleri'nin yeni başkanı. Seçim sürecinin başında Türkiye'deki pek çok kesim tarafından daha olumlu bir imaja sahip olan, en azından mevcut adaylar içerisinde ehven-i şer olarak nitelenen Hillary Clinton bu pozisyonunu koruyamadı. Buna karşın ırkçı ve İslâmofobik Trump'ın elle tutulabilecek tek bir özelliği var: net olması. Bütün bu yazılanlar ABD'deki seçimlerin neticesine İslâm dünyasının Türkiye'sinden bir bakış. Allah, ABD'deki Müslümanların yardımcısı olsun.

Şimdi, başlıktaki soruyu cevaplayalım. Trump'ı sevmedik ve fakat muhatabımızın kim olduğunu biliyoruz.

___
Bu yazı 21.11.2016 tarihinde Yeni Şafak Gazetesi'nde yayınlanmıştır: http://www.yenisafak.com/hayat/spekulatif-bir-deneme-biz-trumpi-sevmedik-mi-2567444

2 Ekim 2016 Pazar

TÜRKİYE'DE KUTUPLAŞMAYI TARTIŞMAK

Türkiye’de son birkaç yıldır farklı çevrelerce dillendirilen, kısa bir cümle var: “Kutuplaşıyoruz.” Cumhuriyet tarihimizin başından beri var olan sosyo-politik kırılma alanlarına bağlı olarak zıtlıklar üzerinden tepkisel kimliklerin inşası, kutuplaşma sürecinin başat damarlarından birisi olmakla beraber; siyaset mekanizmasının yaklaşımı doğrultusunda kutuplaşma kavramının kendisi, siyasi bir çatışma alanına dönüşmekte ve bu anlamda kutuplaşma yeniden üretilmektedir. Zıtlıklar üzerinden kurgulanan ve meşruiyet zemini kazanan kimlikler kutuplaşmaya teşnedir, zira bu kimlikler karşıtları var olduğu sürece yaşayabilirler. Bu sebeple, karşıtlığın sürekli üretimi, kutuplaşmanın sürekli desteklenmesi normalleşir. Kutuplaştığımız iddialarının çoğaldığı, kutuplaşma kavramının güncel siyasetimizde kendisine yer edindiği bir dönemde bu kavrama dair birkaç hususu dile getirmenin faydalı olacağı kanaatindeyim.

Siyasal anlamda kutuplaşma kavramı bireylerin farklı konularda belirli siyasi aktörlerle aynı safta yer almaları; bu konulara, belirli siyasal ideolojilerin çizdiği sınırlara riayet ederek yaklaşmaları olarak tanımlanabilir. Kutuplaşma kavramı hem bir konuda görüş ayrılıklarının olması durumunu hem de bu ayrılıklar arasındaki makasın açılması sürecini ihtiva eder. Kavramın bulduğu ilk karşılığını, yani bir durum olarak görüş farklılığının mümkünlüğünü göz önünde bulundurduğumuz zaman, Türkiye’de sosyo-politik kutuplaşmaların özellikle cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren var olageldiğini, bunun yeni bir durum olmadığını görebiliriz. Bugünkü tartışmalar büyük oranda kavramın bulduğu ikinci karşılık çevresinde şekillenmektedir. Kutuplaşmanın süreç boyutuna atıfla belirtilen görüşler kutuplaşmanın toplum hayatına yeni giren bir mefhum olduğu yönünde yanıltıcı bir sonuca ulaştırabilir. Nitekim bugünkü tartışmaların büyük bölümünde kutuplaşmadan ancak son birkaç yılda mustarip olduğumuz gibi yanıltıcı bir sonuç çıkmaktadır. Bu sonucun ortaya çıkmasındaki temel neden kavramı bütüncül bir biçimde anlamlandırma çabasının eksikliğidir.

Kutuplaşma eylemine dair dikkate alınması gereken önemli bir husus da bunun işteş bir eylem olduğu hakikatidir. İşteş eylemler birden fazla öznenin beraber veya karşılıklı olarak yaptığı eylemlerdir: savaşmak, barışmak vs. Birey tek başına kutuplaşamaz, kutuplaşabileceği en az bir kişiye daha ihtiyacı vardır. Toplumsal/sosyal bir varlık olan insan herkesle ortak düşünemez; karşıtlıklar insanın doğasının bir gereğidir. Buradan yola çıkarak kutuplaşmanın toplumsal hayatın bir gerçeği olduğunu söylememiz hiç de abartılı değildir. İnsanlığın tarihi aynı zamanda kutuplaşmanın tarihidir. Buna ek olarak Türkiye’de merkez-çevre, laik-muhafazakâr, Türk-Kürt eksenindeki sistem kaynaklı veya sistem tarafından beslenen toplumsal, sınıfsal, siyasal fay hatlarının kutuplaşma eğilimini normalleştirdiğine şahitlik etmekteyiz.

Kutuplaşma, siyaset mekanizması, toplum ve medya sektörü arasındaki girift ilişkiler ağının bir ürünüdür; birbiriyle ilintili olarak siyasal elitler ve kamuoyu düzeylerinde cereyan eder, medya aracılığı ile de desteklenir. Siyasal elitlerin, yani siyasetçilerin, siyasi partilerin farklı düşüncelere sahip olmaları ve bunları destekleyecek kitlelere ulaşmaları, onları inşa etmeleri normaldir; zira çoğulcu siyaset, farklılıkların varlığı ölçüsünde mümkündür ve siyasi aktörler meşruluklarını toplumdan almaktadırlar. Siyasi partiler kendi tabanlarının siyasi alana izdüşümleri niteliğindedirler ve fakat kendi tabanlarının ideolojilerini yaşatma ve dönüştürme imkânları vardır. Medya da çoğu zaman kutuplaşmayı destekleyici bir rol oynamaktadır. Medya kuruluşların kendi dünya görüşleri, ideolojik aidiyetleri çerçevesinde yayın yapmaları olağandır. Bununla beraber, bireyler ve gruplar da takip ettikleri medya konusunda seçici davranabilmekte, sadece kendi dünya görüşlerine yakın gördükleri medya organlarına güvenebilmekte ve bunları takip ederek kendilerine “steril” bir dünya oluşturabilmektedirler. İşte bu noktada bireylerin veya grupların takip etmeyi tercih ettikleri medya mevcut düşünceleri destekleyip, güçlendirmeye yardımcı olur.

Kutuplaşma konusunu ele alırken siyaset ve medyanın toplum ile karşılıklı bir ilişki içinde bulunduğunun, bunların birbirlerini besleyen unsurlar olduğunun farkında olmak gerekir. Sorunun sebeplerini ararken siyasi elitleri ya da medyayı suçlamak kolaya kaçmak; toplumsal birikimi, refleksleri, hafızayı, talepleri yok saymaktır. Kutuplaşmaya dair analizlerde bulunurken toplumun geçmişini, kültürünü ve sosyo-ekonomik özelliklerini, dini ve etnik çeşitliliğini, devlet-toplum ilişkilerini ve bu toplumu oluşturan grupların siyaset ve medyadan beklentilerini dikkatle hesaba katmak gerekir. Kutuplaşmanın toplum ayağını hesaba katmayan yaklaşımlar kutuplaşmaya sebep olan sözünü ettiğimiz arka planı göz ardı etmektedir. Eğer kutuplaşma bir sorun ise, bu sorun sadece siyasi aktörlerin ya da bir kutbun sorunu değil, toplumu oluşturan bütün kutupların sorunudur.

Kutuplaşma kavramı kutuplaşmaya dair söylemin ve eylemin kavramı yeniden ürettiği, onu meşrulaştırdığı ve bu şekilde ona uygulama alanı açtığı bir kavramdır. Kutuplaşmaya dair tek taraflı pozisyonlarımız, içinde kendimizi var ettiğimiz kutuptan diğerine bakışımızın dışa vurumu, diğer kutbu ötekileştirme çabası ve kutuplaşmaya çoğu zaman bilinç dışı bir katkıdır. Kutuplaşmaya dair durum değerlendirmelerinde bu tarz yaklaşımlarda fazlasıyla bulunulmakta, dolayısıyla aslında kutuplaşmayı besleyen düşünce ve davranışlar ortaya konmaktadır. Özellikle son birkaç yıldır şahit olduğumuz kutuplaşma merkezli tartışmalar çoğunlukla bahsi geçen şekilde cereyan etmekte, iktidar-muhalefet arasındaki karşılıklı yıpratma ilişkisinin vazgeçilmez bir boyutu olagelmekte, Türkiye’nin kutuplaşma sorununun çözümüne katkı sunmak bir yana onu daha da alevlendirmektedir.


Türkiye’de kutuplaşma konusunu ele alırken esas olarak tartışmamız gereken mesele, muhalifliğin doğasında olan kutuplaştırıcı söyleme, dahası “kutuplaşma” merkezli planlı siyasi kampanyalara karşı alternatif bir dil üretimidir. Siyasal kutuplaşmayı ele alırken, yerel ve uluslararası şartları, farklı aktörlerin varlığını ve rollerini göz önünde bulundurmak, içinde yaşadığımız toplumu bütüncül biçimde değerlendirmeye tâbi tutmak, yapıcı söylem ve eylem üretmek sorumluluğundayız. Belki de en önemlisi, Türkiye özelinde kutuplaşmanın zeminini teşkil eden yapısal problemleri ve siyasallaşma eğilimini sorgulamalıyız. Türkiye’de toplumsal kırılmaların önüne geçebilecek yapısal reformlara ihtiyaç var. Ayrıca olağanüstü durumlar ile sıkça karşılaşan siyasetin normalleşmeye ve toplumun siyasetten belli ölçülerde uzaklaşmaya ihtiyacı olduğu da aşikâr. Bu noktalara işaret etmeksizin Türkiye’ye özgü kutuplaşma sorununun önüne geçilebilmesi pek de gerçekçi görünmüyor.

___
Bu yazı Ukba Dergisi'nin "Zihinsel Darbelere Direnmek" dosyasında 30.09.2016 tarihinde yayınlanmıştır: http://ukbadergisi.com/2016/09/turkiyede-kutuplasmayi-tartismak/


1 Ekim 2016 Cumartesi

İSLÂM'IN YUMRUKLARI FİLİPİNLER'DE: THRILLA IN MANILA


“It's gonna be a thrilla and a chilla and a killa, when I get that gorilla in Manila.”

1 Ekim 1975. Filipinler'in başkenti Manila tüm zamanların en büyük boks maçına ev sahipliği yapıyor.

Thrilla in Manila: İslâm’ın yumrukları, tüm zamanların en büyüğü Muhammed Ali, Smokin’ Joe Frazier’a karşı.

1 Ekim 2016. Bu büyük maçın kırk birinci yıl dönümü.

Makbule Uyar, Moro Günlüğü kitabının bir bölümünde bu maç için Filipinler’e gelen Muhammed Ali ile karşılaşmasını anlatıyor. Muhammed Ali vefat ettiğinde paylaşmak istediğim fakat fırsat bulamadığım yazıyı bu vesile ile (kendi düzeltmelerimle) paylaşıyorum.

Allah, Muhammed Ali'ye rahmeti ile muamele eylesin. Âmin.


***


MAÇ

Manila’dayız. Her sokak başında büyük afişler: “Büyük maç”. Dünyanın gözü Manila’da. İki dev boksörün mücadelesi: “Muhammed Ali ve Frazier”.

Her ülkeden yüzlerce gazeteci adım adım Muhammed Ali’yi takip ediyordu. Objektifler Ali’nin ve Frazier’ın bütün hareketlerini tespit etmeye çalışıyorlardı. Gazetelerin baş sayfaları iki boksörün resimleri ile doluydu. Kim kazanacaktı?

Müslüman Türk kadını olarak heyecanlıydım. Muhammed Ali’nin kazanması için dua ediyordum. Muhammed Ali televizyonda konuşurken, Müslümanlığın gerçek doğru din olduğunu bağırarak korkusuzca insanlara haykırıyordu. Bir ara, muhteşem yumruğu havaya kalktı ve işaret parmağı ile Filipinler’e:

-Sen, esmer tenli insan! Hazret-i Muhammed’in resmini gördün mü? Siyah da olabilir, beyaz da. Ama Hazret-i İsa’yı sana beyaz tenli, yeşil gözlü, melekleri de beyaz tenli olarak gösterdiler. Neden siyah tenli melekler yok? Bunlar beyaz tenli Hıristiyanların uydurmalarıdır. Bunun için Müslüman oldum. Allah’ın ve gerçek peygamber olan Hz. Muhammed’in resmi yoktur.

Bütün bu sözlerle Ali, Manila’daki Hıristiyanları kızdırmıştı.

Muhammed Ali Manila’ya geldiği günden itibaren dini sorulara cevap verdi…

Manila’da sokaktaki adama soruyoruz:

-Kim kazanacak?

Cevap:

-Frazier.

Şoföre soruyoruz:

-Kim kazanacak?

Cevap:

-Frazier.

Tezgâhtar kıza soruyoruz, göğsündeki haçını okşayarak:

-Frazier, diyor.

Güneydeki Mindanao Adası’nın esir kamplarında yaşayan, her türlü medeni ihtiyaçtan yoksun Müslümanlar acaba maçı duydu mu?

Manila’da Intercontinental Oteli’nin en büyük salonundayız. Muhammed Ali’nin şerefine Sudi Arabistan Sefiri bir yemek veriyor. Ali’nin yanında bütün Müslüman ülkelerin sefirleri var. Ali maç hakkında hiç konuşmak istemiyor… Müsabakayı kazanması ona göre doğal:

-Şampiyonum ve büyüğüm! diyor.

Yemek sonunda Ali’den konuşması istendi. Ali bu teklifi kabul ederek ayağa kalktı. Şunları söyledi:

-Bu gece sizlerle beraber olmaktan çok mutluyum. Ben bu davete gelirken burada birkaç arkadaş bulabileceğimi sanmıştım, yanılmışım. Dünyanın dört bucağından gelen Müslüman kardeşleri tanımak beni ziyadesiyle memnun etti. Yeryüzünde hiçbir şey kalıcı değildir. Bugün siz sefirler olarak buradasınız, ben de şampiyon bir boksörüm. Ama elli sene sonra ne siz, ne de ben kalacağız. Kalıcı olan Allah ve onun peygamberi Hazret-i Muhammed’dir. Ben aldığım paranın sadece bir kısmını kendime ayırıyorum. Geriye kalan kazancımla Amerika’nın Müslüman zencilerine yardım edeceğim.  Müslümanlık sadece Amerika’da değil, dünyanın her yerinde hızla yayılmaktadır. Amerika’nın beş eyaletinde cami yaptırmayı istiyorum. 

ÖMER İLE KRAL HİKÂYESİ

Konuşmanın sonunda en çok sevdiği hikâyeyi anlattı:

Eskiden bir kral varmış, kralın hazinelerini Ömer adından genç bir Müslüman beklermiş. Ömer’i çekemeyen birkaç fesat insan, krala:

-Ömer’e güvenme, her gün hazinenden bir miktar çalıyor, demişler.

Kral bu sözlere inanmamış ve hazinenin bir köşesine saklanarak gizlice Ömer’i takip etmiş. Ömer her gün yaptığı gibi hazineyi kontrol etmiş, bütün altınların teker teker tamam olduğunu görünce dua etmeye başlamış:

-Allah’ım, çok şükür hepsi tamam, servet de senin şan da. Biz faniler için servetin ne değeri var? Hepimiz, hatta kral bile bu dünyadan göçecek. Baki olan sensin Allah’ım. En büyük servet sağlıktır. Bana verdiğin sağlık için sana şükrediyorum. Hazine bekçiliğinde beni krala ve kimseye mahcup etme. Kralımın hazinesini hayırlı yerlere harcamasını diliyorum, diye dua etmiş.

Kral, Ömer’in bu duası karşısında şaşırmış ve Ömer’i aynı şekilde birkaç gün daha takip etmiş.

Fakat dua her gün aynı şekilde tekrarlanmış. O zaman kral, Ömer’i çağırarak:

-Ey Ömer, hazine tamam mı? diye sormuş.

Ömer de:

-Yüce Allah’ın izniyle tamamdır, cevabını vermiş.

Bunun üzerine kral:

-Hazinemden ne kadar altın istersen al, ey Ömer. Sen bunu hak ettin, deyince:

-Benim hazinem sağlıktır, deyip altınları reddetmiş.

Konuşmasını bitiren Muhammed Ali’den bazı sorularımı cevaplandırmasını rica ettim. Ve kendisine sordum:

-Burada Müslüman ve Hıristiyan kavgası var. Sen bir Müslüman olarak buna ne dersin?

Muhammed Ali’nin cevabı şöyle oldu:

-Ben Müslüman, Hıristiyan, Budist ve Musevi diye bir ayrım yapmak istemiyorum. Bütün dinler bir nehrin kollarıdır. Bu kollar sonunda bir yere akar ve birleşirler. Bu da tek ve mutlak olan Allah’tır…

Erkek kardeşinden bir an bile ayrılmayan Ali, beş kişilik maiyeti ile müsaade istedi. Ve giderken Frazier’ı ringe yapıştıracağını, şampiyon olarak kalacağını söyledi.

Gerçekten maç son derece heyecanlı olmuştu. Bizler uyuyamadık, dünya uyuyamamıştı. Bu süper kuvvetlerin döğüşü aslında. Ezeli Müslüman-Hıristiyan kavgasının bir sembolü. Sonuç: Müslüman Muhammed Ali kazanmıştı.


(Uyar, Makbule N., Moro Günlüğü, Akabe Yayınları, İstanbul: 1987, ss. 72-75.)


22 Eylül 2016 Perşembe

BATI DEMOKRASİSİNİN İSLÂMCILAR İLE İMTİHANI

2013 yılından itibaren muhalefet partileri tarafından Cumhurbaşkanı Erdoğan için kullanılan “diktatör” söyleminin 15 Temmuz ile başlayan süreçte özellikle Batılı aktörlerin de kullanımı ile uluslararası boyut kazandığı görünüyor. Daha doğrusu, özellikle küresel medya tarafından belirli aralıklarla zaten kullanılan “diktatör” kavramı, 15 Temmuz darbe girişiminin başarısızlığa uğraması ile daha da yoğun biçimde piyasaya sürülmeye başlandı. Henüz darbe girişiminin ilk saatlerinde çeşitli Batılı televizyon kanallarındaki programlarda ve gazete yazılarında darbenin başarısızlığının Türkiye'nin yarınları için umutsuzluğa neden olduğu söyleniyordu. Türkiye'nin içinden geçtiği süreç, özellikle 2010'da İslâm dünyasında başlayan kitlesel hareketler ile beraber okunduğu zaman Batılı aktörlerin söyleminin 15 Temmuz sonrası oluşmuş münferit bir söylemden ziyade özellikle İslâmcı aktörlere karşı sistematik olarak kullandıkları bir söylem olduğu anlaşılacaktır. Batı merkezli bir kurum olarak demokrasi rejiminin yahut Batı'nın anladığı şekliyle demokrasinin İslâmcılar veya İslâmcı kökenli siyasal hareketler ile imtihanının başarılı olmadığı aşikârdır.

Meydanları İslâmî Kesim Doldurdu

Arap devrimleri ile başlayan süreç Ortadoğu'da İslâmî kimliğe sahip aktörlerin siyasi yapıları önemli ölçüde dönüştürdüğü, hatta yeniden tanımladığı bir süreçti. Bu süreçte -belirli bir dönem için bile olsa- başarıya ulaşan halk hareketlerinin yaşandığı ülkelerde İslâmî aktörler iktidara taşındı. Arap devrimlerinin başlangıcından İslâmî aktörlerin elimine edildiği karşı darbelere kadar geçen süre Batı dünyası için işlerin kontrolden çıktığı, küresel sisteme belli ölçülerde muhalif İslâmî hareketlerin alternatif söylem ve eylem üretebileceği bir süreçti. Bu sebeple Batı, yeni bir demokrasi dalgası olarak nitelendirdiği “Arap Baharı'nı” bitiren girişimleri destekledi. Mısır'da seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin darbe ile devrilmesi, Tunus'ta siyasi baskıların etkisiyle Nahda hareketinin daha ılımlı bir siyaset tarzını benimsemesi ya da geri çekilmesi, Suriye'de devrim hareketinin hiç başarıya ulaşamaması Batının bahsettiğimiz endişeleri ile yakında ilintilidir. 11 Eylül saldırıları sonrası ABD merkezli Batı ittifakının İslam dünyasını demokrasi ile özgürleştirme seferleri, Arap devrimlerinde İslâmcı aktörler seçimle iktidara geldiğinde yerini demokrasinin İslâmcıların elinde otoriter rejimler ortaya çıkaracağı savına bırakıyordu. Bu savdan hareketle de Batı, Ortadoğu halklarının mücadelelerine ket vuran darbe ve benzeri girişimlere karşı en iyi ihtimalle sessiz kaldı. Buradan hareketle Türkiye özelinde Batının darbenin başarısızlığı sonrası verdiği tepkilerin birbiriyle ilintili iki temel sebebi olduğu iddia edilebilir: Erdoğan liderliğindeki Türkiye'nin Batı nezdinde bahsi geçen portreye uygun olması ve bunu destekleyen bir gelişme olarak İslâmî kesimin “İslâmcı” yönetimi sahiplenmesi.

İslâmî kesim henüz darbe girişiminin başlangıcında darbecilerin hedef aldığı stratejik noktalara akın etmiş, İslâmcı olarak nitelendirebileceğimiz aktörler darbe girişimine karşı meydanları organize etmişlerdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gece yarısı yaptığı sokağa çıkma çağrısı ise gerçek anlamda bir dönüm noktası olmuş, geniş kitleler meydanlara yönelmiştir. Türkiye'nin her yerinde düzenlenen mitinglere dikkatle bakıldığı zaman katılımcıların çoğunluğunu muhafazakâr kesimin oluşturduğu, İslâmî kimliğe sahip sivil toplum örgütlerinin tabanlarını örgütlediği ve meydanlarda stantlar kurmak suretiyle sahada aktif biçimde yer aldığı, AK Parti teşkilatlarının başından beri organizatör rolü oynadığı görülecektir. Nitekim meydanların fotoğrafını çekmeyi amaçlayan çeşitli araştırmaların sonuçları da katılımcıların genel itibariyle İslâmî/muhafazakâr kesimden olduğunu ortaya koymaktadır. Bu gözlem tabii ki farklı sosyal-siyasal çevrelerden insanların meydanlarda olmadığı anlamına gelmemektedir.

Batılı Demokrasi İslâmcıları Tehlike Olarak Algılıyor

İslâmî kesimin 15 Temmuz sonrası darbe savma sürecini, “aslında demokrasiyi” bu kadar içtenlikle sahiplenmesinin en önemli nedenleri, İslâmî kesimin Ak Parti ile beraber devlet/sistem ile barışması, Türkiye'nin darbelerle dolu geçmişinden ve son yıllarda yanı başımızdaki ülkelerde yaşanan gelişmelerden dersler çıkarmasıdır. Özellikle 28 Şubat sürecinin sancılarını iliklerinde hisseden İslâmî kesim, Erdoğan liderliğindeki Ak Parti'yi önemli ölçüde sahiplenmiş, güçlü bir siyasi iradeyi siyasal, sosyal, ekonomik rahatlamanın öncülü olarak görmüştür. 2007 yılında orduyu darbe yapmaya çağıran cumhuriyet mitingleri düzenlenirken dillendirilen “tankların üzerine çıkarak darbeye karşı durma” sözlerinin İslâmî kesimde karşılığının olduğu 15 Temmuz girişimi ile açıkça görülmüştür. Siyasetin son yıllarda ürettiği olağanüstülük söyleminin de meydanların bu kadar dolu olmasına katkı sağladığı söylenebilir. Sürekli ciddi badireler atlatan Ak Parti iktidarının ve özelde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yanında olma fikri ciddi bir motivasyon kaynağıdır.

Arap baharını sona erdiren karşı darbe girişimleri Türkiye kamuoyunca yakından takip edilmiş, süreç İslâmî bakış açılarıyla değerlendirilmiş ve tepkiler bu yönde verilmiştir. Özellikle Mısır'da seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin Abdulfettah Sisi tarafından darbe ile devrilmesi Türkiye kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştır. Meydanlarda günlerce Mursi lehine mitingler düzenlenmiş, bu mitinglerde İslâmî semboller kullanılmıştır. Mursi'nin hapsedilmesi, Müslüman Kardeşler'in baskı ve işkencelere maruz kalması, Türkiye'de İslâmî kesimin hafızasında oldukça tazedir. Türkiye'nin de ikinci bir Mısır olma ihtimali İslâmcıların darbe girişimine karşı durmasının önemli sebeplerindendir.

Batı dünyasının darbe girişimi sonrası gösterdiği tepkiler izlendiğinde darbenin uluslararası zemininin hazırlandığı açıkça görülmektedir. Özellikle Batı merkezli küresel medyanın sürecin başından beri Türkiye'deki gelişmeleri aktarma biçimi ve kullandığı üslup planlı bir harekâtın ortaya konulduğuna işaret etmektedir. Batı dünyasının diline pelesenk olan “demokrasi” kavramının kontrol altında olduğu sürece iyi, İslâmcılar gibi Batı'nın gözünde öteki olan gruplar iktidara taşındığı zaman ise kötü olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Batı, dünyaya pazarladığı değerleri ile çelişmek pahasına Türkiye'deki darbe girişimine karşı sessiz kalmış, hatta sessiz kalmakla yetinmeyip güçlü medyası ile darbecileri aklamaya, meydanları dolduran insanları karalamaya çalışmıştır. Demokrasi rejiminin en temel parçaları olan özgür seçimleri ve çoklu siyasal partili ortamı kısıtlayacak ya da tümüyle ortadan kaldıracak, anti-demokratik kurumları meşrulaştırıp işletecek bir darbe girişimine bu şekilde tepkiler verilmesinin farklı bir izahı yoktur.

___
Bu yazı 18.09.2016 tarihinde Yeni Şafak Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
http://www.yenisafak.com/hayat/bati-demokrasisinin-islamcilar-ile-imtihani-2533081


8 Ağustos 2016 Pazartesi

2015’TE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 19 Aralık 2015 tarihinde düzenlediği “2015’te Türk Dış Politikası” başlıklı panelde 2015 yılı içerisinde yaşanan gelişmelerin Türk dış politikasına etkileri ele alındı. Başkanlığını Dışişleri Bakanlığı Diplomasi Akademisi Başkanı Doç. Dr. Mesut Özcan’ın yaptığı programın panelistleri, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Doç. Dr. Şaban Kardaş, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Emre Erşen ve Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gülnur Aybet’ti.

Panelin ilk konuşmacısı Şaban Kardaş, Ortadoğu’da son yıllarda değişen bölgesel eğilimlere, bu değişim çerçevesinde Türk dış politikasının ana meselelerine ve önündeki engellere değinen Kardaş, bölge ölçeğindeki yapısal tektonik kaymaların yansıması sonucunda bölgede Türkiye’ye bakışın değiştiğini belirtti. Türk dış politikasının ve bunun iç politikaya izdüşümlerinin sağlıklı değerlendirmesi, büyük ölçüde bölgedeki gelişmelerin ve Türkiye’nin değişen imajının göz önüne alınmasına bağlıdır.

Kardaş’a göre, Ortadoğu’daki dönüşümü beş boyut üzerinden incelemek mümkündür. Bunlardan ilki, devlet sınırlarının giderek daha ciddi biçimde tartışmaya açılmasıdır. Bölgedeki gelişmelerin temelinde yatan önemli unsurlardan birisi, modern ulus-devlet sisteminin yapı taşı niteliğindeki olan devlet sınırlarının tanınmasının ve korunmasının sorgulanmasıdır. Sınırlar hem Suriye-Irak örneğinde olduğu gibi devlet kontrolünden çıkarak buharlaşmakta hem de yeni otorite mekanizmalarının ortaya çıkmasıyla anlamını kaybetmektedir.

İkinci boyut, sınırlar konusundaki gelişmelerle de bağlantılı olarak egemenlik ve devlet otoritesi kavramının zedelenmesini içermektedir. Suriye, Irak ve Libya’da devlet otoritesi, yok denecek kadar azdır. Bu durum ulus-devlet sistemine önemli bir meydan okuma alanı açmaktadır. Devlet egemenliğinin zayıflamasının bir sonucu niteliğindeki üçüncü boyut, ulus-altı kimlik ve aktörlerin güçlenmesidir. Devlet otoritesinin zayıflaması farklı kimlik ve ideolojilerin görünürlüğünü artırmasına, bununla beraber farklı aktörlerin güçlenmesine sebep olmaktadır. Dördüncü boyut, sosyo-ekonomik alanda yaşanan olumlu gelişmelerin siyasi dönüşümleri olumlu etkileyeceği yönündeki teorik varsayımların çökmesidir. Ekonomik yapılarda gözlemlenen kısmi iyileşmelerin siyasi düzlemde hiçbir olumlu etkiye neden olmadığı görülmektedir. Beşinci boyut ise, güvenlik boşluğunun doğmuş olmasıdır. Son dönemde çatışma dinamikleri ve parçalanma eğilimleri öne çıkmış, buna bağlı olarak da askeri söylem güçlenmiştir. Bunun arkasında yatan sebep, büyük ölçüde devrimci ve karşı devrimci retoriğin güçlenmesidir. Devrim hareketleri karşı devrim girişimleri ile karşılaşmış, başarısızlığa uğramış, bölge karşılıklı bir mücadeleye sahne olmuştur. Bu tarz gerilimleri yönetebilecek yerel bir mekanizmanın yoksunluğunun yanısıra, ABD’nin başını çektiği batı eksenli uluslararası kamuoyu da bir irade gösterme eğiliminde değildir.

Konuşmasının sonuna doğru Kardaş, Ortadoğu’da zeminin giderek kayganlaşmasının değişen ittifaklar dönemine girildiğini gösterdiğini ve kalıcı çıkar ittifakı arayışlarından ziyade, esneklik ekseninde bir dış politikanın bölge düzeyinde önemli sonuçlar doğurabileceğini ileri sürdü. Bu çerçevede, belirli konulardaki politikalar gözden geçirilebilir, alternatif araçlar kullanılabilir, geri adımlar atılabilir. Bununla beraber yumuşak güç araçlarının etkisini yitirdiği şu günlerde, makro ve mikro düzeyde caydırıcı gücün önemi artmaktadır. Bütün zorlu şartlara rağmen içinden geçtiğimiz süreç Türk dış politikası açısından oldukça öğretici bir tecrübedir. Bu süreçten çıkarılacak dersler Türk dış politikasının gelecekteki kapasite inşasına katkıda bulunacaktır.

Türkiye-Rusya ilişkilerinin 2015 yılındaki seyrini masaya yatıran Emre Erşen, uçak düşürme hadisesinden sonra ortaya çıkan krizin bir yandan sürpriz olduğunu, diğer yandan da şaşırtmadığını belirtti. Rus hava kuvvetlerinin birkaç defa Türkiye sınırlarını ihlal etmesinin ulusal egemenlik meselesi olarak algılanması ve Ortadoğu’da -özellikle Suriye’de- farklı çıkarların bulunması böyle bir krizin habercisi olarak değerlendirilebilirdi. Öte yandan iki ülkenin 2000-2015 yılları arasında giderek gelişen dinamik ilişkileri göz önüne alındığı zaman böylesi bir krizin yaşanabileceği beklenmemekteydi.

Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler ekonomi ve enerji alanlarındaki ortaklıklar ile gelişme eğilimi göstermiş, bölgesel çıkarlar ve politikalar söz konusu olduğu zaman ise farklılaşmalar ve çatışmalar görülmüştür. İkili ilişkilerde bütüncül bir yaklaşımdan ziyade konu odaklı bir kompartmanlaştırma stratejisi izlenmiş, bu strateji belirli alanlarda fayda sağlamasına rağmen ilişkilerin geneli açısından risk arz etmiştir. İki ülke Karadeniz’de, Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinde, Kıbrıs meselesinde ve PKK ile ilişkilerde farklı yaklaşımlar benimsemişlerdir. Dahası, Türkiye NATO üyesi bir ülkedir ve bu sebeple Rusya’nın rakibi konumundadır. Bu açılardan bakıldığı zaman siyasi bir krizin çıkmasının hiç de uzak bir ihtimal olmadığı görülebilmektedir.

Erşen, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin küresel, bölgesel ve ulusal olmak üzere üç boyutta değerlendirilebileceğini söyledi. Küresel açıdan, NATO karşısında zemin kaybeden Rusya’nın büyük devlet olma iddiasını kanıtlama ihtiyacı önem arz etmektedir. Bu ihtiyacın giderilebileceği coğrafya da eski Sovyet ülkeleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ukrayna’daki tutumu dolayısıyla uluslararası arenada ciddi tepki gören Rusya, Suriye politikası ile tekrar güç kazanmaya ve imajını düzeltmeye çalışmaktadır. Bölgesel açıdan bakıldığı zaman, Suriye’nin Rusya’nın Ortadoğu’daki tek müttefiki olduğu görülmektedir. Akdeniz’de kıyısı bulunan Suriye üzerinden güneye açılan Rusya, buraya yaptığı müdahale ile zemin kaybeden ortağı Esed’e ve rejimine -deyim yerindeyse- kan vermiştir. Suriye müdahalesinin ulusal boyutu, siyasi ve ekonomik olarak darboğazda bulunan, küresel radikalizm ile muhatap olmak zorunda kalan Rus devletinin iç politikada kendisine alan açmaya, meşruiyet zemini bulmaya, rahatlamaya çalışmasıdır.

Rusya, Suriye’yi bölgede Türkiye’den daha önemli bir partner olarak görmektedir. Ayrıca Türkiye’nin bölgedeki savları Rusya’nın büyük güç olma iddiası önünde engel teşkil edebilecek niteliktedir. Nitekim Rus savaş uçağının düşürülmesi, Rusya’nın bu imajına zarar veren belki de en önemli olaydır. Bu iki durum bir arada düşünüldüğü zaman Rusya’nın Suriye’de gerilimi tırmandırmak suretiyle alan kazanmak istemesi anlaşılabilir bir durumdur. Türkiye bu süreçte hesaplı bir risk almış ancak ekonomik bağımlılık yolu ile dış politikadaki sorunları aşma politikası Rusya özelinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yaşanan kriz iki taraf açısından son on beş yıldır devam eden romantizmin bir nevi sonunu getirmiştir. Toplumsal algıların bozulmasına bakılırsa bundan sonraki süreçte ilişkilerin eskisi gibi yakın olmayacağını söylemek abartılı sayılmaz.

Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini ele alan Gülnur Aybet ise ilişkilerin dönüşümü hakkındaki değerlendirmesinin ardından Arap Baharı sonrası dönemini masaya yatırdı. NATO yalnızca güvenlik ihtiyacının sonucunda doğmuş bir kuruluş olmaktan ziyade, Soğuk Savaş sırasında ve sonrasındaki dönemde Batı dünyasının değerlerini meşrulaştıran ve koruyan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylesi bir yapı içerisinde, hiçbir zaman tam manasıyla Batılı sayılmayan Türkiye’nin yer almasının sorgulanmamış olmasının arkasında güvenlik ihtiyacı bulunmaktadır. Bu açıdan Türkiye, NATO açısından Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’ya ulaşmasını engelleyen, Avrupa’da askeri denge sağlayan, Soğuk Savaş sonrasında barış misyonlarına destek veren, fonksiyonel bir müttefik olmuştur.

Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun misyonu değişime uğramıştır. Post-komünist ülkelere teknik destek veren, demokratik normları yansıtan, insani yardım ve müdahalelerde bulunan NATO’da eksen, kolektif savunmadan kolektif güvenlik anlayışına kaymıştır. Bunun bir sonucu olarak yaklaşık yirmi yıl boyunca Birleşmiş Milletler’in askeri kanadı gibi hareket eden NATO, 11 Eylül 2001’de ABD’deki terör saldırıları sonrasında, bu defa belirli bir hudut sınırı içinde kalmaksızın, tekrar kolektif savunma pozisyonuna dönmüş, Afganistan ve Irak gibi NATO’nun sınırları dışında bulunan ülkelere savunma amacıyla operasyonlar düzenlemiştir. İzlenen politikalar sonucunda üye ülkeler arasında iki farklı anlayış ortaya çıkmıştır: NATO’nun bölgesel savunmaya odaklanması gerektiğini düşünenler ve küresel bir strateji dâhilinde hudutsuz olması gerektiğini düşünenler. Ukrayna krizi ile bölgesel savunmanın önemi anlaşılmış ve bu anlayış benimsenmiştir.

NATO’ya üye ülkeler içerisinde Türkiye, içe dönük bir portre çizmiştir. Özellikle 2003’teki Irak işgali sonrasında artan PKK terörü dolayısıyla kendi meseleleri üzerine eğilen Türkiye’yi anlamakta zorluk çeken NATO, 2007 yılındaki tezkere süreci ile Türkiye’nin kendine has güvenlik sorunları ve kaygıları bulunduğunun farkına varmıştır. Türkiye’nin özellikle Libya’daki iç savaş sürecinde olası bir dış müdahalenin NATO üzerinden yürütülmesi savı uluslararası kamuoyunda kabul görmüş, Türkiye’nin NATO üyeliğiyle süreçte söz sahibi olmasının önünü açmıştır. 2007 yılı itibariyle Türkiye ile NATO, fonksiyonel ortaklık sürecini geride bırakarak stratejik-bölgesel ortaklık oluşturmuşlardır. Türkiye’nin NATO açısından öneminin artmasıyla beraber NATO, farklı öncelikleri ve ilişkilere sahip, dış politikada kâr-zarar hesabı yapabilen, ilkesel kararlar veren bir Türkiye imajıyla karşılaşmıştır. Bunun sonucu olarak da Türkiye zaman zaman NATO tarafından ‘kötü ortak’ ilan edilmiştir.

Suriye iç savaşı NATO’nun güçsüzlüğünü göstermesi açısından önem arz etmektedir. Zira Rusya’nın Libya tecrübesinden sonra takındığı tavır, NATO’nun Suriye’de hareket edebilme yeteneğini sınırlandırmıştır. Soğuk Savaş sonrasında seyirci pozisyonunda bulunan Rusya’nın Suriye’deki varlığı, NATO açısından bir sorun teşkil etmektedir. Suriye’nin geleceği konusunda NATO’nun önünde cevaplandırılması gereken ciddi sorular bulunmaktadır. Rusya’nın varlığı göz önüne alınarak hangi yerel aktörlerin destekleneceği, yeni rejimin Esed’i barındırıp barındırmayacağı, bu sorulardan bazılarıdır. Suriye krizi süresince Türkiye’nin NATO ile ilişkileri bütün olumsuz söylemlere rağmen gelişmiştir. Türkiye’nin transatlantik müttefikleri ile farklı önceliklerinin bulunması, kısa vadeli ve değişken ittifakların kurulmasının önünü açmaktadır.

__
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 19 Aralık 2015 tarihinde düzenlediği 2015'te Türk Dış Politikası panelinin BİSAV Bülten 90. sayısında yayımlanan değerlendirmesidir: 
http://bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&yayinid=258&menuid=3_3&yayintipid=3&makaleid=1544


1 Mart 2016 Salı

DİN VE MİLLİYETÇİLİK: TÜRKİYE, CEZAYİR VE PAKİSTAN’DA İSLAMİ KÖKENLER İLE LAİK ULUS İNŞASININ ÇELİŞKİLERİ

Küresel Araştırmalar Merkezi, Ekim ayı “Kitap-Makale Sunumları” toplantı dizisi çerçevesinde Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Şener Aktürk’ü misafir etti. Aktürk, Eylül ayında Social Sciences Quarterly dergisinde yayımlanan “Religion and Nationalism: Contradictions of Islamic Origins and Secular Nation-Building in Turkey, Algeria, and Pakistan” (“Din ve Milliyetçilik: Türkiye, Cezayir ve Pakistan’da İslami Kökenler ile Laik Ulus İnşasının Çelişkileri”) başlıklı makalesi üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Aktürk’ün sunumu sonrasında İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Alptekin müzakerede bulundu ve program, soru-cevap bölümü ile noktalandı.

Türkiye, Pakistan ve Cezayir, kuruldukları tarihten itibaren çok kuvvetli İslamcı veya etnik ayrılıkçı meydan okumalarla karşılaşmış üç devlettir. Bu üç devletteki İslamcı muhalefetin yanı sıra, Türkiye’de Kürt, Pakistan’da Bengal, Baluç, Sind ve Cezayir’de Berber gibi etnik milliyetçiliğe dayalı muhalefet tarzları da ortaya çıkmıştır. Aktürk, konuşmasında, benzer tarihsel deneyimlere sahip ve İslami seferberlik ile kurulmuş bu üç ülkede tek dilli, laik ulus-devlet modelinin benimsenmesinin İslami ve etnik muhalefeti doğurduğunu savundu. Türk Milli Mücadelesi, Cezayir Bağımsızlık Savaşı ve Hint Müslümanlarının bağımsızlık mücadelesi İslami mücadeleler olup farklı etnik gruplardan müteşekkil Müslümanların gayrimüslim düşmanlara karşı verdiği bir cihat niteliğindedir. Bu grupların İslami bir söylem ile sürdürdükleri mücadelenin sonucunda beklentilerin uzağında bir devlet modelinin ortaya konulması bu ulusların inşasının temel çelişkisi olarak karşımıza çıkıyor.

Metodolojik olarak karşılaştırmalı tarihsel analiz kapsamında en farklı sistem tasarımını kullanan Aktürk; Türkiye, Cezayir ve Pakistan’ın sömürge geçmişleri, demokrasi seviyeleri, etnik çoğunluk oranları, etnik ikinci kategori oranları, mezhepsel ikinci kategori oranları, ekonomik kalkınma seviyeleri ve coğrafi konumları arasındaki farklılıklara dikkat çekti. Bütün bu önemli farklılıklara rağmen İslamcı ve etnik muhalefetin mevcudiyeti, bu üç devletin bariz ortak yanı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Aktürk, kendi yaklaşımına karşıt pozisyonları da eleştirel bir zaviyeden değerlendirdi. Bunlardan ilki, bu devletlerin post-kolonyal devletler olduğu ve dolayısıyla yapay sınırlardan kaynaklanan muhalefet sorunları yaşadıkları iddiasıdır. Bu üç devletin sınırlarının bağımsızlık mücadeleleri sonucu çizilmiş olması bu tezi çürütüyor. Sonuç itibariyle bu devletler, tipik post-kolonyal sınırlara sahip değiller ve kanlı savaşlar sonucunda kurulmuşlar. İkinci argüman, bu ülkelerde İslami muhalefetin 1970’lerden sonra ortaya çıkan küresel dini uyanışın bir parçası olduğu iddiası. Bu iddia da bu üç örnekte geçersiz kalıyor. Örneğin, Türkiye’de ilk İslami uyanış, Aktürk’ün argümanına göre, 1950’de ezanın tekrar Arapça okutulmasıyla başlamıştır. Bir diğer tez ise bu ülkelerin ekonomik gerikalmışlıkları sebebiyle bu tarz muhalefetlere maruz kaldığı yönünde. Bu iddia da maalesef sorunun kökenini açıklama noktasında yetersiz kalıyor, zira üç devletin de ekonomik seviyeleri birbirinden farklı. Türkiye, komşusu İran’a nazaran çok daha güçlü bir ekonomiye sahip; buna rağmen İran’da etnik muhalefet Türkiye’ye göre çok daha alt seviyede. Son teori de bu ülkelerdeki İslami hareketin Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkan Sovyet karşıtı Amerikan politikasıyla alâkalı olduğu yönünde. Fakat burada da belirtmek gerekir ki bu teori, üç ülkede de İslami hareketin yükselişini açıklamıyor. Örneğin Türkiye’de İslami hareket bu politikalardan önce ve anti-Amerikancı bir çerçevede başladı. Ayrıca Cezayir, hiçbir zaman bu Amerikan projesi ağının içinde yer almadı.

Aktürk, çalışmasını zaman yönünden dört bölüme ayırıyor. İlk bölüme konu olan kuruluş ve bağımsızlık öncesi dönemin ana özelliği, Müslüman ve gayrimüslim gruplar arasında dine dayalı siyasi ve sosyo-ekonomik eşitsizliktir. Osmanlı’da kapitülasyonlar ile başlayan ve gayrimüslimlerin ekonomik olarak Müslümanlardan daha zengin hâle gelmeleri bu eşitsizliğin bir ayağını teşkil ediyor. Yine Cezayir’de Müslümanlara hiçbir siyasi katılım hakkının tanınmaması bu eşitsizliğe bir diğer örnektir.

İkinci bölüm kuruluş ve bağımsızlık seferberliğine odaklanıyor. Burada üç ülkede de ortak olan özellik devlet kurucu seferberliğin niteliğinin dini eksende bir dost-düşman ayrımına dayanıyor olması. Etnik açıdan heterojen, dini açıdan homojen toplumların “cihat” olarak adlandırdıkları bir mücadele söz konusu. Milli mücadele döneminde kurulan Milli Meclis’in yapısına bakıldığı zaman, Osmanlı Mebusan Meclisi’nin aksine, hiç gayrimüslim vekil bulunmadığını açıkça görebiliyoruz. Pakistan’ın bağımsızlık mücadelesi, aynı şekilde farklı etnik kökenlerden Müslümanların gayrimüslim Hint çoğunluğa karşı yürütülmüştür. Ayrıca bu devletlerin kurulduğu ilk yıllarda belirgin bir nüfus değişimi yaşanıyor. Bu nüfus mübadeleleri ile gayrimüslimler kurulan devletten ayrılıyor. Pakistan ve Hindistan arasında yaşanan büyük göçler yanında, Türkiye ve Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesi de bunun açık örnekleri niteliğindedir.

Üçüncü bölümde devletlerin laik ulus-devletler olarak kurulması ele alınıyor. Bu dönemde üç ülkede de tek dilli ulus-devlet modeli, resmi devlet modeli oluyor; muhalif figürler bir şekilde ortadan kaldırılıyor. Cezayir’de Berberi liderlerin bir kısmı sürgüne gönderilirken, bir kısmı öldürülüyor, bir kısmı da yargılanıyor. Türkiye’de 1925 yılında hem İslamcı hem de Kürt etnik kökenine dayanan Şeyh Said isyanı çıkıyor ve bastırılıyor. Yine bu dönemde seküler kanunlar yapılıyor ve bu eksende seküler milliyetçilik politikaları izleniyor. Bunun sebebini dönemin liderlerinin zihniyetlerinde arayabiliriz. Liderler nezdinde İslam, ekonomik geri-kalmışlığın sebebi olarak algılanıyor. Tek dilli laik ulus-devletin ekonomik kalkınmaya yol açacağı ve yeni kurulan devletlerin yalnızca bu şekilde ayakta kalabileceğine dair bir anlayış söz konusu.

Son bölümde İslamcı ve etnik meydan okumaya yoğunlaşılıyor. Bahsettiğimiz sebeplerden ötürü bu dönemde üç ülkede de İslamcı ve etnik ayrılıkçı muhalefetlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Türkiye’de Kürt sorunu, Cezayir’de İslamcılar ve devlet arasında cereyan eden iç savaş, Pakistan’da ise Bangladeş’in ayrılmasıyla sonuçlanan etnik ayrılıkçılık bu tür muhalefete örnek teşkil ediyorlar.

Sonuç itibariyle bütün bu dinamikler göz önünde bulundurulduğu zaman, Türkiye’nin tek dilli laik ulus inşasında görece en başarılı, Pakistan’ın ise kısmen sorunlu görüldüğünü söyleyebiliriz. Denilebilir ki Türkiye, büyük ölçüde sahip olduğu Osmanlı bakiyesi devlet tecrübesi ile başından beri bu noktada avantajlı konumdaydı. Pakistan ve Cezayir ise bu ölçüde oturmuş bir devlet geleneğine sahip değillerdi. Nitekim Pakistan hem laik devlet yapısını koruyamamış hem de ulusal bütünlüğünü kaybetmiştir.
__

Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 17 Ekim 2015 tarihinde düzenlediği Din ve Milliyetçilik: Türkiye, Cezayir ve Pakistan’da İslami Kökenler ile Laik Ulus İnşasının Çelişkileri kitap-makale sunumunun BİSAV Bülten 89. sayısında yayımlanan değerlendirmesidir:
http://bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&yayinid=252&menuID=3_3&yayintipid=3&makaleid=1496


DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...