19 Temmuz 2015 Pazar

KÖPEKLER GİBİ UYURDU

Uyandı. Doğruldu. Cibinliği aralayıp çıktı. Az ötedeki komodinin üzerinde duran ağızlığını aldı; dudağının sol tarafına iyice dayayarak yerleştirdi. Tablasını açtı; uzun asker sigarasından bir tane taktı ağızlığına. Sol eliyle gözlerini ovuştururken sağ elini entarisinin yakasından içeri soktu. Zippo çakmağını çekti, çaktı, sigarasını yaktı. Derin derin çekti içine. Sigara orada yanadursun, başındaki örtüyü sıyırdı, düzeltti, yeniden bağladı. Çiçekli donunun diz kapağına kadar kaymış bacağını aşağı çekti. Ayağa kalkıp entarisinin eteklerini düzenledi. Sigarası bitti bitecekti ki, ani bir hamleyle bir tane daha çekip henüz sönmeden ağzındakinin közüyle yaktı. Ağzındakini çekip çıkardı, yeni yaktığını yerleştirdi.

Böyleydi ninem. Sabah kalkar, yüzünü dahi yıkamadan tablasına ulaşır, ağızlığını yerleştirir ağzının sol yanına, sonra ardı ardına yakardı asker sigarasını. Uzundu asker sigarası, sertti tütünü; öyle herkes içemezdi. Dağda, çayırda koşuşturmacanın ardından yorgun düşen askerin yorgunluğunu uzun, sert bir sigaradan başka ne alabilirdi? Günde altı paket içerdi ninem bu sigaradan. Her adam içemezdi bu sigaradan ama Allah aşkına kaç kişi günde altı paket sigara içerdi? Buna ciğer dayanmazdı.

Evi bir oda bir mutfaktan müteşekkildi. Odada biri pencerenin altında, diğeri kapının yanında duran iki somya vardı. Pencerenin altındaki somyanın sağında minder, döşek, yorgan türünden eşyalarla dolu bir yüklük, kapının yanındaki somyanın karşısında bir komodin, komodinin üzerinde küçük bir ayna, ufak tefek şeyler vardı. Komodinin hemen yanındaki kapı mutfağa açılıyordu. Mutfak dediysem, bugünkü gibi bir mutfak gelmesin aklınıza; tahtadan bir küçük tezgâh, bir piknik tüpü, bir tane de küçük buzdolabı. Bu sade evde koca bir ömür geçirdi ninem.

Bütün bu manzara içinde benim dikkatimi yalnızca bir şey çekerdi: ninemin Zippo çakmağı. Eski olduğu her halinden belli olan bu gri çakmak elinden düşmezdi ninemin. Gözü gibi bakardı ona, sıkı sıkı tutardı sandalyesinde otururken. O güne kadar nedense o çakmağa dair bir şey sormamıştım nineme. Benim uyandığımı fark etmemişti belli ki. Çocukluk işte, gece yatmak, sabah kalkmak bilmezdim. Ninem erkenden uyanır, oturur, kalkar, çayı demler, kahvaltıyı hazırlar, sonra beni uyandırırdı. “Köpek gibi uyuyorsun, kalk gayrı!” diye kızardı.

“Deden de öyleydi. O da köpek gibi uyurdu. Uyumasaydı kalır mıydım bir başıma? Genç yaşta dul bıraktı beni. Neyse, konuşturma beni. Rahmet olsun.”

Bir yandan kızarken bir yandan da gözünün nemini siliyordu örtüsü ile.

Daha fazla dayanamadım. “Nine, şu çakmak çok mu değerli? Neden hep yanında taşıyorsun?”

Ağzının sol yanında, dudaklarının birleştiği yerde sigarası; sağ taraftan kahvaltısını yapıyordu. Kafasını kaldırıp, şöyle bir baktı. Ağzındaki zeytinin çekirdeğini yine sağ taraftan çıkardı. Sonra gözleri dola dola anlatmaya başladı çakmağın hikâyesini.

Tam yılını hatırlamıyor. Bin dokuz yüz elliler.

Eskişehir.                                                     

Yaz mevsiminin kelimenin tam anlamıyla yaşandığı günler.

Gece hafiften esen rüzgâr şafak vakti kesilir, yatsı ezanına kadar yaprak dahi kımıldamazmış. Porsuk dahi kurumaya yüz tutmuş, kışın hoyratça akarken yaz aylarında geriye irili ufaklı su birikintileri arasındaki sazlıklar kalmış. Kışın sert geçtiği günlerde donan nehir, daha bahar başlar başlamaz hırçınca çağlamaya başlamış, Mart ayında büyük bir taşkınla şehir merkezini alt üst etmiş. O yıl kışı kış gibi, yazı da yaz gibi yaşamışlar Eskişehir’de.

Dedem hava ikmalde teknisyenmiş. Ninemin dediğine göre de işinin ehliymiş. Bir şekilde dedemi birkaç aylığına Amerika’ya göndermiş ordu; orada bir takım teknik eğitimler alsın diye. Şimdi adını hatırlamıyorum, bir çeşit kaynak yapabilmek için eğitim almış. Türkiye’de o kaynağı ilk yapan dedemmiş. Ne kadar zorlasam da hatırlayamıyorum adını, ama jetlerin kanatlarını tamir ederken kullanılırmış bu kaynak türü. Her neyse. Tabii dedem Amerika’dan gelirken kendisine bir tane Zippo çakmak almış; ninemin elindeki çakmak bu çakmak. İlk defa orada görüyor dedem Zippo’yu. Şimdilerde her yerde var ama o zamanlar Türkiye’de pek bilen yok. Zippo esasen Amerikan donanması için üretilen bir çakmakmış. Diğer çakmaklardan en büyük farkı da içindeki yakıtı; denizin ortasında, fırtınaların içinde sönmeden yansın diye jet yakıtı koymuşlar içine üretenler. Bazı insanlar hava kuvvetlerinin çakmağı olduğunu söylerler ama doğrusu böyleymiş. Ninem kendinden çok emindi.

Dedemin adı Zippo Remzi’ye çıkmış bu çakmaktan dolayı. Zippo Remzi aşağı, Zippo Remzi yukarı, Zippo Remzi aprona, Zippo Remzi hangara!

Uyumayı severmiş dedim ya, dedem fırsatını bulunca hava ikmalin hangarlarında bir yere kıvrılır uyurmuş. Bir gün tamir ettiği jetin kanadında uyurken arkadaşları çay hazır diye uyandırmışlar. Öğleden sonra serinlik başladığı zaman piknik tüpünde çay demlenir; kâh bir uçağın kanadının altında, kâh hangarda, kâh kulenin gölgesinde muhabbet eşliğinde içilirmiş. Uyanmış, kanadın üzerinde doğrulmuş dedem, tablasını çıkarıp ağzına bir uzun asker sigarası koymuş. Bir gözü kapalı, diğeri yarı açık, arkadaşlarına bakıp, dönen muhabbeti anlamaya çalışıyormuş.  O arada, Zippoyu çakmış çakmasına ama bir türlü yakamamış. Atlamış aşağıya, uçağın öbür tarafına geçip, yakıt deposunun kapağını gevşetmiş. Arkasını açtığı çakmağı dayamış depoya, oradan sızdırdığı jet yakıtıyla doldurmaya başlamış. O zamanlar Zippo’nun benzinini nereden bulacak? Tam yerinde çalışıyor, bittikçe jetlerin deposundan sızdırarak doldururmuş.

Dedem bir yandan çakmağı dolduruyor, bir yandan da kendisine takılan arkadaşlarına laf yetiştirmeye çalışıyormuş.

“Ulan adama bak be, çakmağın gazını jetten çekiyor!”

“Yakalanacaksın bir gün komutana Zippo Remzi!”

“Devlet benzini uçağa koyun diye gönderiyor ama bizimkinin çakmağı doluyor.”

Hepsini dinledikten sonra dedem, “attırmayın tepemin tasını, yemişim komutanını” dercesine götürmüş çakmağı ağzına, daha millet yapma diye uyarmaya kalmadan çakıvermiş. Güm. Koskoca hangar havaya uçmuş. Hangarın kapısının önünde oturan arkadaşları güç bela kendilerini atmışlar, dedem de durumu fark edip koşmaya başlamış ama nafile, uçağın alev alan deposu daha hangardan çıkamadan patlamış. Yangından geriye bir tek dedemin çakmağı kalmış.

Kara haber tez ulaşır, nineme de öğleden sonra ulaştırmışlar dedemin ölüm haberini. Ninem “Vay Remzi, gözün kör olsun Remzi! Köpekler gibi uyurdun, uyumaya doy şimdi.” diye feryat figan etmiş. Çakmağı dedemin dolabındaki üç beş eşyasıyla beraber nineme vermişler. Genç yaşta dul kalan ninem o gün eline aldığı çakmağı ölene kadar yanından ayırmadı. Dedemin öldüğü gün başladığı sigarayı artıra artıra içmeye devam etti ölene kadar. Seksen sekiz yaşında öldüğünde günde altı paket sigara içiyordu. Çakmağı sabah kalkınca bir kere çakar, bir sigarayı söndürmeden diğerini yakardı. Sigaradan ölmedi, ömrü o kadar vefa etti. Her neyse, mekânı cennet olsun. Allah rahmet eylesin.

“Köpekler gibi uyurdu, uykusuna doyamadığından gitti” derdi ninem, Zippo Remzi gitti. Ninem de gitti, ama Zippo hala duruyor. Bende. Sigara içmiyorum, ama ben de yanımda taşıyorum. Hatırası var.

___
*Öykü Atölyesi dokuzuncu hafta için yazdığım öykü. Yorumları sayfa altına bırakınız lütfen. 
**Atölye moderatörü için not: Kelimelerin hepsi kullanıldı, başlığın türevi kullanıldı (ki bence kabul edilebilir), bir şey patladı.
***Haftanın diğer öykülerine Twitter'da #cikoya9 etiketinden ulaşabilirsiniz.

12 Temmuz 2015 Pazar

MAHKÛM

“Pelte! Pelte! Ulan Pelte! Uyansana ulan!”

Heyecandan sesi titreyen Zaza bir yandan köşede uyuyan Pelte’yi uyandırmaya çalışıyor, bir yandan da etrafındakilere sessiz olmalarını işaret ediyordu. Deve, Suskun ve Cafcuf karanlıkta kapının önünde Pelte’nin uyanmasını bekliyorlardı.

“Amma uyuşuk bu Pelte de. Deve sırtlasın, bu gidişle bu uyanana kadar yakalanırız.”

“Bir kere de ağzından bana zararı dokunmayan bir şey çıksın be Cafcuf.”

Zaza’nın bütün çabasına rağmen bir türlü uyanmıyordu Pelte. Deve ile Cafcuf’un kapının önündeki muhabbeti gittikçe tehlikeli hale gelmeye başlıyordu. Çekilin dercesine bir bakış fırlattı Suskun, bu beceriksizler bütün işi berbat edeceklerdi. İçeri girip, şöyle sağlam bir çimdik attı Pelte’ye. Tam çığlık atacaktı ki, Zaza o koca elleriyle ağzını tıkadı Pelte’nin.

“Kalk ulan kalk. Planı unuttun mu?”

Pelte kan çanağına dönmüş gözlerini ovuşturdu, yavaşça doğrulup kapıya doğru yöneldi diğerlerinin ardından. En önde Suskun, diğerleri arkasına sıralanmış, ana kapıya doğru uzanan patikaya ulaşmak üzere sessizce yürümeye başladılar. En ufak bir hata bütün planı berbat edebilirdi. Çok sessiz olmaları gerekiyordu. Kör noktalardan geçerek kameraları alt edebilirlerdi, fakat en ufak bir gürültü olursa yakalanmaları kesindi. İnsanlar devriye geziyorlardı zira. Kafeslerin önünden geçerken yerde sürünüyor, ayak sesi duyunca çalıların arasında gizleniyor, yakalanmamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Çok az kalmıştı artık, özgürlüğe açılan kapı şu patikanın sonundaydı.

Bütün plan Suskun’a aitti. Buranın en eskilerindendi bu bilge Baykuş. Adıyla müsemmaydı, önemli bir mevzu olmadığı müddetçe sessizliğini bozmaz, her şeyi dikkatle takip eder, nerede ne olup bittiği gözünden kaçmazdı. Yıllardır buradan kaçmanın hayalini kuran Suskun, planını yalnızca Zaza, Pelte, Deve ve Cafcuf’a anlattı. Onlara güvenebilirdi. Zaza dağlarda yakalanıp getirilmiş bir tekeydi; korkutucu boynuzları, battaniye gibi kılları vardı, epey güçlüydü. Okaliptüsün dibine vurdukça uyuyan koala Pelte, uyuşuk bir tipti. Sarılacak bir şey bulsun, sızar giderdi. O yüzden bu kadar uzun sürmüştü zaten uyanması. Deve, adından anlaşılacağı gibi koca bir deve; Cafcuf ise esprili bir deve kuşuydu. Bu ikisi beraber takılırlar, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. İroni dedikleri şey bu olsa gerekti.

Doğada böyle bir ekiple karşılaşmak ihtimal dâhilinde değildir herhalde. Gelgelelim burası da doğal ortam değil, ülkenin en büyük hayvanat bahçesiydi. Hepsi doğadan koparılmış bu hayvanlar bir takım insanlar kendilerini ziyaret etsinler diye kapatılmıştı kafeslere. Şaşkın, heyecanlı, ürkek, meraklı, sevinçli, endişeli, devasa, minyon, kadın, erkek, genç, yaşlı, çocuk insanlar. Ziyaret saatleri arasından tam bir cümbüş havası yaşanır, gece çökünce derin bir sessizlik kaplar dört bir yanı, eski günler özlemle yâd edilir, bir güvenlikçinin giderek yaklaşan ayak sesleri duyulunca uyuyormuş gibi davranılırdı. Böyleydi işte hayvanat bahçesi sakinlerinin bir günü. Burada yaşamak yavaş yavaş kemirirdi özgürlük algısını, bir gün çıkıp gidebilmenin umudu eninde sonunda çaresiz kabullenişlere bırakırdı yerini.

Saniyeler saat, dakikalar ay olmuş, vakit sanki geçmek bilmiyordu. Uzun ve titiz uğraşlardan sonra kapıya ulaştılar.

“Hadi, hadisenize ulan ne bekliyorsunuz? Deve’nin üstüne çıkın. Başka türlü aşamazsınız bu kapıyı.”

“Sırıtma lan Cafcuf! Hep beni bulur pis işler arkadaş. Neyse, buraya kadar geldik, yapacak bir şey yok.”

Onlar kendi aralarında kapıyı nasıl aşacaklarına dair konuşadursunlar, kapının öte tarafında bekleyen Suskun ileriden koşarak gelen insanları gördü.

“Çabuk! Çabuk! Geliyorlar, yakalayacaklar!”

“Kaç Suskun, kaç!” Hep bir ağızdan Suskun’a kaçmasını söylüyorlardı.

Sesler birbirine karıştı, başı döndü Suskun’un, birkaç adım atabildi, yalpaladı. Güçlükle ilerledi, arkasına baktığında arkadaşlarının yakalandığını gördü. Karmakarışık düşünceler beynini kemirirken ne yana gittiğinin farkında değildi. Tek isteği vardı, uzaklaşmalıydı oradan. Orası zulümdü, orada tükenmek bilmeyen azap vardı. Tek renk duvarların arasında hayale yer bırakılmamıştı. Normların dışında yaşamak düşünülemezdi; makineler gibi davranmanız bekleniyordu, insanoğlunun normal kabul ettiği makineler. Orada kalamazdı Suskun. Orada kaldığı her gün bir şeyler kuruyup dökülüyordu içinde, kökleri çekiliyordu topraktan, kanatları kırılıyordu göğün orta yerinde. Bu şekilde karanlığın içine karıştı gitti.

***

Ertesi sabah gazetenin üçüncü sayfasında şöyle bir haber vardı:

“Arkadaşları arasında Suskun diye tanınan Edip Sert (32), akıl hastanesinden kaçtı. Ağır psikolojik sanrıları olan Sert, kendisini hayvan sanıyordu. Şehrin hayvanat bahçesinde 10 yıl çalışan Sert’in buradaki manzaralardan etkilendiği ve psikolojik durumunun giderek kötüleşmesi sebebiyle akıl hastanesine yatırıldığı öğrenildi. Dört hastayı kaçmak için örgütleyen Sert dışında kaçmayı başarabilen olmadı. Ekipler hala kendisini yakalamaya çalışıyorlar. Emniyet güçleri vatandaşların şüpheli şahısları ihbar etmelerini tavsiye etti. Olayın ertesi sabahı Sert’in odasına giren klinik görevlileri duvara yazılmış şu yazıyla karşılaştılar: HAYVANATI İNSANA MAHKÛM ETTİNİZ!”

­­­___
*Bu hafta, ki sekizinci hafta oluyor, öykü atölyesinde tek sınırlama olayın hayvanat bahçesinde geçmesiydi.

**Kısa zamanda, zor yazılmış bir öykü oldu “Mahkûm”. Yardımları için @anythingtoadd'a teşekkürler. Her zamanki gibi yorum ve eleştirileri bekliyorum. 
***Bu haftanın diğer öyküler için Twitter'da #serbestinko8 etiketine bakabilirsiniz.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

YAMAN ÇELİŞKİ

“Yallah şoför yallah, ne beklisen? Yüreğimde kan eklisen.”

Sarp geçitleri ağır ağır geçen Magirus’un içindeki yorgun havayı dağıtmak yine şoföre kalmıştı. Pek meşhurdu bu şarkı, uzun yolculuklar için de birebirdi hani. İbrahim Tatlıses’in diye biliyordu herkes ya, esasen Bükanlı Hasan Zirak söylemişti önce. İbo piyasaya sürünce şarkı patlamış gitmişti. Öyleydi tabii, o zamanlar İbo söylesin yeter. Garajdaki tablacıdan almıştı bu kaseti şoför. Severdi İbo’yu, güneşliğin üzerindeki fotoğraftan anlaşılmıyor muydu? Bir konserinde gülümseyerek vermişti, imzalıydı. İmparator’u görmüştü ya dünya gözüyle, bu tepeler aşılmaz mıydı hiç?

Cama dayadığı kafasının içindeki türlü düşünceler uyutmuyordu Fevzi’yi. Kırlangıçlar göğün tam ortasına bütün heybetiyle oturmuş güneşe selam çakıyor, Tekir Deresi yanına sıralanmış kavakları da kendisiyle beraber götürmek istercesine çekiştiriyordu. Dağlara heybetli ardıçlar, onların gölgesine sığınmış kısa çamlar gelişigüzel oturmuştu. Ne garip bir coğrafyaydı burası; İç Anadolu’nun alabildiğine geniş bozkırları yerini yavaş yavaş yeşilin farklı tonlarına bırakmıştı. Birkaç günlüğüne de olsa böylesine güzel bir yerde kalma düşüncesiyle istemsizce tebessüm ediyordu dudakları. İyi olmuştu bu işin aniden çıkması, Ankara’nın kasvetinden kurtulmak için fırsat kolluyordu bir süredir. Bundan güzel fırsat mı olurdu?

Mülkiye müfettişlerindendi Fevzi. Gençti, daha okulu bitireli çok olmamıştı. Bir hocasının tavsiyesi üzerine sınavlara girmiş, mülakatlara katılmaya hak kazanmıştı. Mülakatlara kalınca hocası bakanlıktan birkaç kişiye telefon açmış, bu delikanlıyı değerlendirmeleri gerektiğini söylemişti. Hatırı sayılır bir adamdı hocası; üstüne Fevzi de mülakatta iyi bir performans gösterince kurul vakit kaybetmeden onaylamıştı işe alınmasını. Amirlerinin gözüne çabuk girmişti. Pratik zekâsıyla bürokratik engelleri rahatlıkla aşar, kanunu iyi bilir, teftişlerde kimsenin gözünün yaşına bakmazdı. Bu zamanda böyle dürüst müfettişi bulmak zordu, amirleri de bu sebepten kıymetini biliyorlardı.

Mülkiye müfettişlerinden Hasan Bey’in aniden emekliliğini istemesiyle bu teftişe çıkacak birisini aramışlar ve Fevzi’den daha iyi bir seçenek bulamamışlardı. Hem başmüfettiş Cemil Bey özellikle Fevzi’nin gönderilmesini istemişti, sahada işleri tek başına nasıl halledeceğini görmek istiyordu. Cevher vardı bu delikanlıda cevher! Memlekete uzun yıllar hizmet edeceğini düşündüğü bu gence her fırsatta destek olurdu Cemil Bey. Maraş’a göndermek için de ondan daha iyisini bulacak hali yoktu. Valilikte yapılması gereken teftişler vardı. Fevzi Maraş’a gidecek, birkaç gün içerisinde bütün teftişleri halledecek, sonra da kapsamlı bir raporla bakanlığa geri dönecekti.

Göksun tarafından kıvrılan sarp yolları geçtikten sonra nihayet Maraş ovasının uçsuz düzlüklerine ulaştı otobüs. Ovanın dağlar ile birleştiği çizgiden tepelere doğru yükseliyordu şehir. En tepede ormanların hemen altında dikkatli bakınca seçilen bağlar vardı. İnci gibi dizili tiyeklerin tepelerdeki bodur çamlar ile şehrin çınarları arasına çektiği sınır buradan belli oluyordu. Hafiften atıştırmaya başlayan yağmur daha da açığa çıkarmıştı şehrin uzaktan görünen yeşilini. Koca gövdeli çınarların hafif rüzgârla ahenkli raksı görülmeye değerdi, nazlı nazlı süzülüyordu geniş yapraklardan damlalar. Tek tük apartmanlar dikilmeye başlanmıştı şehrin Kayseri tarafına; çok değildi ama belli ki şehir bu tarafa doğru büyüyecekti.

Üç ince uzun yolun kavşağındaydı otogar, Kayseri, Adana, Antep yollarının birleşiminde. Ağır ağır yanaştı Magirus perona, şoför susturdu yorgun motoru. Çantasını alıp aşağı indi Fevzi, şöyle bir gerinip kendine gelmeye çalıştı. Şehrin havası temizdi, içine çekti derin derin. Köşede ayakkabı boyayan çocuğa yanaştı, “Vilayete nasıl giderim arkadaş?” diye sordu. Çocuk kafasını kaldırdı, Fevzi'nin yabancı olduğu sadece sorduğu sorudan değil, her halinden belliydi.

“Şora öte ızıcık yörü, dolmuşçuya sordun muydu götürüller seni ağam.”

“Eyvallah.”

“Boyıyam mı? Yoldan geliin, gendine gelsin çarıklar.”

Gülümsedi Fevzi, “Boya bakalım.”

“Nerden geliin ağam?”

“Ankara’dan”

“Oo, böyük şeherden geliin. Hoş geldin, sefa geldin.”

“Sağ olasın. Söyle bakalım, merkezde kalabileceğim bir otel var mı?”

“Olma mı ağam, Belli Otel var Trabzon Caddesi’nde. Vilayete de yakın hemi. Dolmuşcuya dedin miydi götürür.”

Ayakkabıları boyandıktan sonra çocuğa parasını verip durağa gitti. Otogardan merkeze doğru ağır ağır hareket etti dolmuş. Trabzon Caddesi’nde inip oteli buldu. Altında dükkânlar olan üç katlı otel uzunlamasına yayılmıştı caddenin kenarına. Odasına yerleşti, ceketini alıp çıktı adımlamak için. Şehrin merkezindeydi, vilayet birkaç yüz metre uzağındaydı, ulu camii ve kale yine öyle. Kale’ye doğru yavaş yavaş adımlamaya başladı. Heybetli heybetli oturmuştu yığma tepenin üzerine Maraş kalesi. Daha dolmuşla gelirken ilişmişti gözüne Fevzi’nin. “İnsanoğlu ne işler yapıyor?” diye geçirdi içinden. Kesinlikle çıkmalıydı kaleye, görülmeye değerdi. Hem, Maraş’ın tamamı ayaklarının altında kalır demişti otelin kapıcısı.

O günün kalanını kalenin surlarından şehri izleyerek geçirdi. Gün battıktan sonra otele dönüp uykuya daldı. Ertesi sabah ezanla beraber uyandı, namazı kılıp otelden ayrıldı. Biraz adımlayacak, vakit ilerleyince de kahvaltı yapacaktı. Bu niyetle yürürken burnuna çorba kokuları geldi. Az ilerideki paçacının kapısında buldu kendisini.

“Buyur ede, şifa niyetine iç bir tas paçamızdan. Oğlum edeme bir masa ayarla hele.”

Dayanamadı kokusuna paçanın, başıyla onayladı. Hakikaten dediği kadar vardı paçacının, şifa niyetine içilirdi bu; ekşili, salçalı, sarımsağı bol. Sabah içilirmiş Maraş’ta paça, öyle olduğu kadar vardı. Kendisine gelmişti Fevzi, hesabı ödeyip kalktı. Vilayete doğru yola koyuldu. Mesai başlamamıştı henüz, fakat böylesi daha iyiydi. Zaten kimselere haber verilmemişti bakanlıktan. Arşive şöyle bir girip bakacak, vali gelmeden önce büyük ölçüde halledecekti işini. Öyle de oldu.

Kapıda bekçi karşıladı kendisini. Tok bir sesle “Dur hele ede, nere gidiin?” diye sordu sormasına ama Fevzi’nin kimliğini görünce hemen toparlandı. “Hoşgelmissin müfettiş bey” deyip buyur etti.

“Kimseye haber verme bekçi efendi. Arşive götür beni. Kimsecikler gelmeden başlayalım teftişe.”

Başını salladı bekçi, “Emrin olur.”

Arşive inen basamakları geçtiler. Bekçi kapıdaki asma kilidi belindeki anahtarlardan birisiyle açtı.

“Hele şu sandıkları aç bakalım sen, içinde neler var bir görelim.”

Tozlu sandıkları açtı bekçi, içine ayrıntılı biçimde baktı Fevzi. İki bin beş yüz seksen, iki bin beş yüz seksen bir, iki bin beş yüz seksen iki; saymakla bitmezdi bu dosyalar. Raflara yöneldi, oradaki dosyaların da bir kısmını inceledikten sonra “Çıkabiliriz” gibisinden işaret etti bekçiye. Ayrıldılar arşivden.

“Valiye söylersin benim geldiğimi, şimdi çıkıyorum. Tekrar uğrarım gün içinde.”

Binadan dışarı çıkınca kaldırıma çökmüş duran birini gördü. Kendi kendine konuşan adamı gösterip, “Bir bakalım, bir derdi mi var? Hayır olsun” dedi.

Bekçi hafiften sırıtarak, “O mu? Yok müfettiş bey, o bizim Tutçu. Aklı başında deel zavallının.”

Dutçu’ya bakakaldı Fevzi, sonra irkilerek döndü bekçiye.

Anlamış olacak ki anlatmaya başladı Bekçi, “Bu Tutçu bir garip ırgat ıdı. Bağlardaki tut bahçalarına geder tut toplar ıdı yövmiyeynen. Bir garip anasıynan barabar yaşar gederlerdi. Sonra bir gün”

Durakladı bekçi, gözleri nemlenmişti.

“Ee, sonra bir gün?”

“Sonra bir gün asker bastı evleri sabahınan. Bu garibin de yaşlı anasına dipçiğinen vuruşun biri, oracıkta canını vermiş avrat. Tutup götürdüler Tutçu’yu bir sürü garibinen. Epey bir haber gelmediydi. Sonra bir gün Adana taraflarından yörüyü yörüyü gelirken görmüşler. Tanımamışlar önce elbet. Saçını neyim tıraşlamışlar, ağzı yüzü yara içinde. Eyle işte. O zamannıdan belli böyle dolanır garip.”

Kalbinden bir şeyler kopup gitti Fevzi’nin, tahayyül etmeye çalıştı bir an için. Beceremedi. Akıl alır mıydı bu zulmü? Yavaşça Dutçu’nun yanına sokuldu bekçiyle beraber.

“Tutçu, lan Tutçu. Bak hele Tutçu. Müfettiş Ferzi Bey lan bu, Angara’dan. Böyük adam. Kime diim lan?”

Oralı olmadı Dutçu. Eliyle susmasını işaret etti Fevzi, gitmesini salık verdi. Uzaklaştı bekçi. Yanına çömeldi Dutçu’nun. Dizi kan revan içindeydi garibin. Cebinden mendilini çıkarıp sildi Fevzi. Başını okşadı. Kendisiyle aynı yaşta olmalıydı Dutçu. En fazla bir iki yaş fark olabilirdi aralarında. Baktıkça içi burkuldu, “Allah’ım bu nasıl bir zulümdür?” Ankara’nın soğuk iklimi geldi aklına. Memleketin insanıyla arasına evrak yığınlarından setler çeken, yabancılaşmış mendebur suratlı memurları düşündü. Ana babalara zulüm etmek zorunda kalırken anası babası zulüm gören erleri düşündü. Ayaklandı. Kafasındaki sesleri susturmaya çalıştı, bütün düşüncelerini bir kenara bıraktı. Bir garip ırgatı düşman gören devletin müfettişi olamazdı artık. Dönemezdi başşehrin köhnemiş koridorlarına.


Dilinde yeni çıkmış bir şarkı, ara sokaklarına daldı Maraş’ın. 

“Bu ne yaman çelişki anne?”

___
Bu öykü denemesini "öykü alıştırması" adlı atölye çalışması için yapmış bulunuyorum. Dileyenler bu kapsamda yazılmış başka öykülere linkten ulaşabilirler. Tekniğe, üsluba, içeriğe dair her türlü yorumun başımın üzerinde yeri vardır. Aşağıya iliştirirseniz memnun edersiniz.  
*Atölye için not: Kelimelerin tamamı kullanıldı. Ek zorluklardan birincisi hariç hepsi yerine getirildi. (2/3)
**Diyalogların bir kısmı Maraş ağzıyla yazılmıştır. Yazım hatası olarak değerlendirmeyin.
***Hasan Zirak'ın "Yallah Şoför" türküsü için tıklayınız.

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...