26 Ekim 2014 Pazar

SADÂRET MAKAMINDA BİR İSLÂMCI BİLGE

Osmanlı Devleti’nin son dönemi pek çok alanda, özellikle de siyasette ve bürokraside girift ilişkilerin görüldüğü bir dönemdir. Özellikle Osmanlı modernleşmesi döneminde devletin bekası için ortaya çıkmış belli başlı ana akım hareketler mevcuttur. İslâmcılık bu kurtuluş ve kalkınma akımlarının en önemlileri arasında bulunmakta ve günümüzde de önemli bir ideoloji olarak varlığını devam ettirmektedir. İslâmcılık hareketi entelektüel bir sahada hareket etmekle beraber devlet içerisinde, bürokrasi ve siyaset alanında da varlığını göstermiştir. Gerek entelektüel donanımı gerekse siyaset ve bürokrasideki aktif görevleri ve ağırlığı hasebiyle Said Halim Paşa İslâmcılık hareketinin nevi şahsına münhasır karakterlerinden birisidir.

1863 yılında Kahire’de doğan Said Halim Paşa Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunudur. Kahire’de Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızcayı tahsil ettikten sonra İsviçre'ye yerleşerek burada yaklaşık beş yıl siyasal bilgiler öğrenimi görmüştür. Paşa İstanbul’a döndükten sonra devlet idaresinde Şûra-i Devlet azalığı, Rumeli Beylerbeyliği, Yeniköy Belediye Reisliği, Ayan Meclisi Azalığı ve Şûra-i Devlet Başkanlığı ve Hariciye Nazırlığı gibi makamlarda görevlerde bulunmuş, 1913-1917 yılları arasında da Sadrazamlık görevini yürütmüştür.

Said Halim Paşa’yı bizim için önemli kılan sebeplerden birisi de sadrazamlığı süresince yürüttüğü politikaları ve siyasi ilişkileridir. Döneminin en önde gelen İslâmcı entelektüellerinden olan Paşa aynı zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde de önemli bir konumdadır. Cemiyet içerisinde hayli saygın bir yeri olan Paşa cemiyetin genel sekreterliğine kadar yükselmiştir. Paşa’nın Cemiyet içerisindeki aktif rolü onun kabine içerisinde hızla yükselmesine katkı sağlamıştır. Hariciye Nazırlığı görevini sürdürürken Mahmut Şevket Paşa’nın suikasta uğraması ile Sadrazamlığa getirilmiştir.

Paşa’nın İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişki kurması dönemin siyasi şartları gereği anlaşılabilir bir durumdur. Osmanlı’nın son döneminde karşılaştığımız yeni siyaset arayışı Paşa’nın önemli motivasyon kaynaklarındandır ve İttihat ve Terakki bu yeni siyaset arayışının merkezinde yer alan bir hareket olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim pek çok farklı kesimden aydınlar kısa süreli de olsa İttihat ve Terakki çatısı altında bulunmuşlardır. Paşa’nın İttihat ve Terakki çizgisinden farklı bir yerde durmakla beraber cemiyetle hemfikir olduğu noktalar da vardır ve cemiyet Paşa’ya güçlü bir siyasi zemin desteği sağlamıştır.

Daha önce de belirttiğimiz üzere, Paşa entelektüel donanımı ile devlet tecrübesini bir araya getirmeyi başarabilen ender şahsiyetlerdendir. Farklı tarihlerde kaleme aldığı risaleleri ile reformlara eleştiriler yöneltmekte, toplumsal değerleri analiz etmekte ve Osmanlı’nın kurtuluşu üzerine kafa yormaktadır. Paşa’yı döneminin siyaset adamlarından ayıran önemli özelliklerden birisi de Batı toplumuna ve Osmanlı toplumuna vâkıf olmasıdır. Bu özelliğinin izdüşümlerini eserlerinde rahatlıkla görebiliyoruz. Paşa’nın risalelerinde en çok yer verdiği konuların başında mütekabiliyete bağlı olarak taklitçilik konusu gelmektedir. Batı tarzı bir yönetimin özelde Osmanlı ve genelde İslâm toplumu için neden uygun olmayacağı risalelerinin neredeyse tamamında toplumun köklerinden kopmaktan ve yabancılaşmaktan bahseden Paşa’nın temel sorunsalını oluşturmaktadır. Aynı dönemde yazan aydınların aksine, Paşa, Taklitçiliğimiz başlıklı risalesinde Avrupa’nın modern siyasi kurumları ile Osmanlı kurumları arasında benzerlik kurmamış, farklılıkları vurgulayan bir metin ortaya koymuştur. Bu durumun temelinde Batılı bir sistem ile Osmanlı’nın toplumsal yapısının birbirine mütekabil olmayışıdır.

Batı’yı taklit yoluyla ıslah edilmek istenen sisteme karşı, Paşa özgün bir siyasi yapı talep etmektedir. Risaleleri incelendiği zaman Paşa’nın bu konuya dört basamaklı bir hiyerarşi çerçevesinde yaklaştığı anlaşılmaktadır. İtikadî, ahlâkî, içtimaî ve siyasî yapı bu hiyerarşiyi teşkil eder. Buna göre ahlâkın temelinde itikat vardır, içtimaî yapı ahlâkî prensipler çerçevesinde ortaya çıkar ve siyasî yapı da bu içtimaî yapının bir yansımasıdır. Said Halim Paşa’nın yaşadığı dönemde bu hiyerarşinin en alt basamağında bulunan siyasiyat birinci sıraya yükselmiştir. O günün koşulları içerisinde devletin bekasını sağlamak uğruna Osmanlı toplumunun itikadî, ahlâkî ve içtimaî karakterleri göz önüne alınmamıştır. Dolayısıyla da sözünü ettiğimiz hiyerarşi alt üst olmuş, köklerini itikattan, ahlâktan ve içtimaiyattan almayan bir siyasi mekanizma ortaya çıkmıştır. İtikadî, ahlâkî ve içtimaî dinamikler büyük ölçüde değişmemiş, fakat siyaset arayışı bu katmanlardan kopmuştur. Bu da doğal olarak bir mütekabiliyet problemini ortaya çıkarmaktadır.

Osmanlı modernleşmesinin belirgin özelliklerinden birisi ıslahat hareketlerinin toplum nezdinde İslâm üzerinden meşrulaştırılmasıdır. Bu durum İslâmcılık hareketinin de temel sorunsallarından birisini teşkil etmektedir: İslâmcılık bir yandan modernleşme hareketlerinin sunduğu Batı menşeli fikir, kurum ve uygulamalara İslâm’a atıf yaparak karşı durmakta, diğer yandan da karşı çıktığı bu fikir, kurum ve uygulamaları yine İslâm geleneğinden destek alarak meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Diğer İslâmcı aydınlardan ve Osmanlı devlet adamlarından farklı olarak Said Halim Paşa risalelerinde meşrulaştırma yolu ile öne çıkan bu benzerlik ilişkisinden uzak durmuş, aksine düşünce dünyasını Batı ve Osmanlı arasındaki farklılıklar üzerine inşa etmiştir.

İlmi ve siyasi düşünceleri itibariyle yaşadığı dönemin önemli düşünce ve devlet adamlarından olan Said Halim Paşa, İslâmcılık düşüncesinin önemli isimlerinden birisidir. Düşünce üretebilen bir aydın olan Said Halim Paşa, döneminde İslâmcı olsun veya olmasın farklı kesimlerin saygısını da kazanabilmiş bir şahsiyettir. Onun belki de en önemli özelliklerinden birisi içerisinde bulunduğu akım da dâhil olmak üzere düşünce ve aksiyona eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşabilmesidir. Sadece muhalifi olduğu düşünce ve hareketleri tenkit etmekle yetinmemiş, İslâmcı düşünceye de ciddi tenkitlerde bulunmuştur. Said Halim Paşa, her dönemde ihtiyaç duyacağımız entelektüel ve siyasi donanıma sahip ender aydınlardan birisi, mekânı cennet olsun. 

TURKEY’S RISE AS A PEACE MEDIATOR WILL CONTINUE UNDER DAVUTOĞLU

Turkey’s role in keeping international peace and providing assistance in conflict resolution has been increasing over the last decade. Turkey’s new Prime Minister Ahmet Davutoğlu argues Turkey is a country, which has long-standing partnerships with the West and shares common civilizational and cultural similarity with different parts of the world. This characteristic gives Turkey the ability to empathize with actors in conflict. Turkey’s credibility is an advantage for these mediation efforts. As also stated in the conference, an ideal mediator understands the context of the crisis and empathizes with the actors involved. Such awareness gives Turkey a good opportunity to find success in its initiatives. 

Let us go back a bit and remember Turkey and Finland launched the Friends of Mediation initiative within the United Nations in 2010, to promote and advance the use of mediation in the peaceful settlement of disputes, conflict prevention and resolution, as well as to generate support for the development of mediation. The group currently has 38 member states along with seven regional organizations, the UN, and other international organizations. Turkey’s efforts in supporting peace are well recognized by the international community. Members of the international community appreciate the Ministry of Foreign Affairs for its efforts in promoting conflict resolution and peace making.

As Davutoğlu often stresses, the problems with Turkey’s neighbors deeply affect the country and Turkey tries to respond to these problems through helping ensure the independence and the integrity of these countries. The problems emerging with the Arab Spring put Turkey in a difficult position. Turkey is obviously facing problems in Syria and Iraq, and these together represent the longest border with Turkey. What was the response of Turkey to these crises? Davutoğlu argues Turkey was the only country to initiate pre-crisis and during-crisis action in Syria, and the lack of support from the international community found Turkey all alone. Similar developments took place in Iraq. Turkey was the sole country to manage a pre-crisis initiative for the political integrity of the Sunni leaders and it was successful in convincing the Sunnis to enter politics. Developments since then drove the Sunnis out of politics and slowly marginalized a significant portion of the Iraqi society. Today ISIS has gained ground with Iraqi Sunnis largely due to the exclusion politics of the Iraqi government. Turkey’s efforts in pre-crisis and during-crisis management were largely wasted, due to lack of concern of the international community. Despite all the negative developments, Turkey continues to be an active supporter of peace and believes conflict can largely be solved through the negotiation of the domestic actors in Syria, as well as in Iraq.

The Foreign Ministry of Turkey hosted the III. Istanbul Conference on Mediation on 26-27 June 2014. The conference hosted academia members from different countries and diplomats from various international and regional organizations. Various non-governmental organizations, institutions, and foundations also observed the panels. These series of conferences refer to Turkey’s significant role in peace building and mediation in conflict regions. The topic of this year’s conference was the increasing role of regional organizations in mediation. It is a fact regional organizations play a large role in conflict resolution and peace making. Many states now recognize that cooperation with regional organizations is inevitable for healthy functioning of such processes.

Turkey’s active support in peace is not limited to its neighbors. Turkey is actively supporting peace in the Southern Philippines and provides assistance whenever needed. The Ministry of Foreign Affairs has been monitoring the disputes in the region and contributing for a more healthy peace process through various channels. One of the main characteristics of the process in the Philippines is there is active participation of states, regional organizations, and international non-governmental organizations (INGOs). As it can be derived from the case of the Southern Philippines, the role of non-governmental organizations (NGOs) is increasing and it is vital for the regional organizations to work in coordination with NGOs. Turkey exemplifies a positive example of successful coordination between a state and INGOs. The Ministry of Foreign Affairs is working in coordination with The Foundation for Human Rights and Freedoms and Humanitarian Relief (IHH), which is the largest INGO in the Philippines. IHH is one of the five members of the Third Party Monitoring Team founded to observe the transitory period and make sure the promises are fulfilled. Of course, this is not the only case where the state organs cooperate with various NGOs.

Mediation has become an important component of Turkish foreign policy especially for the last four years. Turkey’s role in mediation is more visible than ever, as Turkey is pursuing mediation between conflicting parties throughout the world. Successful mediation depends on being on the ground, knowing the actors, and incorporating lessons from previous experiences into the current process. All of these form the main characteristics of Turkish mediation. Despite the difficulties and failures in the Middle East, Turkey is a partner of a successful peace process in the Philippines. The credibility of Turkey positions it in a group of legitimate actors in the region such as Malaysia and Japan.

The “New Turkey” under Prime Ministry of Davutoğlu will roughly have the same foreign policy goals. The main characteristics of the foreign policy are expected to be constant and this means Turkey’s role in conflict resolution and peace making will continue increasing. Davutoğlu is well aware that Turkey’s rise in the region depends on establishing a peaceful environment. The first step towards establishing such an environment depends on solving the Kurdish dispute. Davutoğlu is aware of this and he is committed to solving the Kurdish dispute. The New Turkey, which has solved its own problems, will be the rising peace mediator in the upcoming decades.
___
29.08.2014 tarihinde şu adreste yayımlandı: http://www.turkeyagenda.com/turkeys-rise-as-a-peace-mediator-will-continue-under-davutoglu-1089.html
Published in the following link on 07.042014: http://www.turkeyagenda.com/turkeys-rise-as-a-peace-mediator-will-continue-under-davutoglu-1089.html

IHH CONTRIBUTES TO PEACE IN THE PHILIPPINES

International activities of the non-governmental organizations (NGOs) headquartered in Turkey contribute to the country becoming not only a regional power, but also increasing its sphere of influence in the Muslim World. The intensive efforts of the Ministry of Foreign Affairs and other government institutions are crucial for Turkey strengthening its ties in the wide geography of Muslim World, from Africa to the Middle East, the Balkans to the Central Asia, and through to Southeast Asia. Along with the state, the NGOs of Turkey have an increasing role in this geography. Their efforts in humanitarian aid, social welfare projects, and infrastructure support programs are of great significance for Turkey’s foreign policy goals. The Foundation for Human Rights and Freedoms and Humanitarian Relief (IHH) is nearing success on a proud achievement contributing to the building of bridges between Turkey and Southeast Asia and IHH will open new horizons for the NGOs of the Muslim World.

IHH is among Turkey’s important NGOs operating in 136 countries. Officially institutionalized in 1995, the activities of IHH began during the Bosnian War. Delivering humanitarian aid and preventing violations of basic rights and freedoms are the main commitments of the foundation. It is among the most successful NGOs in the world for its aid and humanitarian diplomacy efforts on five continents. Member to six umbrella organizations and awarded numerous times, IHH has grabbed worldwide attention. Increasing its capabilities, the foundation became more active in contributing to solutions for problems worldwide. IHH’s activities in the Philippines are significant. Being a part of the peace process ending decades of war between the government of Philippines and the Moro Islamic Liberation Front (MILF) means a great deal both for IHH and for the people who suffered from years of fighting.  

The Republic of Philippines is going through a momentous process that will affect the lives of millions. The peace talks with the MILF have ended and a peace treaty was signed between both parties on 27 March 2014. The signing of the Comprehensive Agreement on the Bangsamoro will bring more than peace to Mindanao Island, where a large portion of the population are Muslims. The struggle of the inhabitants of Mindanao against the government has been ongoing for decades. The Moro National Liberation Front (MNLF), founded in 1970, was the first organized group to confront the Filipino government. The government and the MNLF initiated talks in 1976, and eventually in 1996, the government established the Autonomous Region of Muslim Mindanao. The MILF, which is the largest splinter group of the MNLF, continued its struggle, for its members believed the terms and conditions of the talks were not sufficient. Their struggle eventually gave birth to a more extensive peace agreement including the establishment of an autonomous state with broader borders that would have its own parliamentary system, and a legal system based on sharia.

IHH is taking an active role in the peace process as a member of the Third Party Monitoring Team (TPMT), the main objective of which is to assure the fulfillment of the requirements of the agreement. Hüseyin Oruç, member of board of directors, is the representative of IHH and other members are Alistair MacDonald (Former EU Ambassador to Philippines), Karen Tanada (Gaston Z. Ortigas Peace Institute), and Steven Rood (The Asia Foundation). The TPMT meets with both sides to make sure the promises are fulfilled, and stays in contact with other parties to see the implications of the process. As compelling as it may seem, both sides are committed to see the completion of the process.

 “The Bangsamoro” is going to be an autonomous state if both sides will be able to lead a healthy transition period until 2016. There is a long path for the completion of the transition and IHH is committed to help all sides to implement the requirements of the agreement. The Muslims living in Mindanao and the surrounding small islands are eager to see the future. This is a very important task and opportunity for IHH, since it is the peak of IHH’s humanitarian diplomacy efforts and an important model for other NGOs in the Muslim World because a Muslim NGO is joining such a process for the first time. Providing contribution in such a promising process is a source of pride for IHH and IHH most definitely will be a driving motivation for other Muslim NGOs.
___
07.04.2014 tarihinde şu adreste yayımlandı: http://www.turkeyagenda.com/ihh-contributes-to-peace-in-the-philippines-524.html
Published in the following link on 07.04.2014: http://www.turkeyagenda.com/ihh-contributes-to-peace-in-the-philippines-524.html

ŞEHİRLERİN KARDEŞLİĞİNDE İSLAM ETKİSİ: KAHRAMANMARAŞ VE TRABZON ÖRNEĞİ

“Kendinize Allah yolunda kardeşler edinin; çünkü onlar dünya için de, ahiret için de lâzımdır.” Hz. Ali

Esas itibariyle modern bir kavram olmayan “kardeş şehir” olgusu modern belediyeciliğinin olmazsa olmazları arasında yer almakta ve bu kavrama sosyo-politik açıdan küresel çapta değer atfedilmektedir. Günümüzde dünya genelinde pek çok belediye farklı belediyeler ile kardeşlik ve işbirliği anlaşmaları imzalamakta ve bunu bir övünç kaynağı olarak lanse etmektedir. Yerel yönetimleri geliştirmek, yerel yönetimler aracılığıyla toplumlar arasında barış ve kardeşliği geliştirmek, çevre kaynaklarının daha iyi kullanılması için yerel düzeyde işbirliği yapmak, yerel yönetimler arasında bilgi ve deneyim paylaşımını sağlamak gibi amaçlar taşıyan şehirlerin kardeşliği, küreselleşmenin hızla devam ettiği günümüz dünyasında sosyo-ekonomik bütünleşmenin önemli ayaklarından birisi olma özelliği taşımaktadır. Her ne kadar modern bir kavram olarak değerlendirilse de, şehirlerin kardeşliği esas itibariyle uzun bir tarihi geçmişe ve temele dayanmaktadır. Kardeş şehir kavramı İslam medeniyeti ile de ciddi bir uygulama alanına sahip olmuştur. İslam tarihine göz atıldığı zaman Ensar-Muhacir kardeşliği ile başlayıp, kabilelerin, şehir halklarının kardeşliğinin desteklendiği görülecektir. Osmanlı döneminde de bu uygulama devam ettirilmiş, Avrupa’dan Japonya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada kardeşlik kültürü yaşatılmaya çalışılmıştır.

Yazımıza Hz. Ali’nin sözüyle başlamanın anlamlı olacağını düşündük. Nitekim Anadolu halkının kardeşlik olgusuna neden bu kadar önem verdiğini anlayabilmek adına bu söz bize rehber olacaktır. Kardeşlik, daha doğrusu Kahramanmaraş ve Trabzon örneğinde olduğu gibi şehirlerin kardeşliği bize göre politik, ekonomik ve benzeri sonuçlar barındırmasından ziyade toplumun sosyo-kültürel yapısını ortaya koyduğu için önem arz etmektedir. Burada bahsettiğimiz kardeşlik kavramı yalnızca materyalist temelleri olan, bir takım çıkar ilişkilerini içeren modern bir kavram değildir. Ortak bir kültürün etrafında birleşen, dili, dini, inancı, tarihi, kısacası yaşayışı benzerlik gösteren, hatta neredeyse bir olan insanların birbirlerine duydukları saygı, sevgi, bağlılık, yani bütün ilişkileridir kardeşlik. Bizim bu yazımızda önem vereceğimiz husus dindir; zira tarihte birçok kez şahit olunduğu gibi Kahramanmaraş ve Trabzon örneğinde de kardeşlik tohumlarının atılışı, din temeline, İslam’a dayanmaktadır.

İslam dininin en önemli özelliği insanı temel alan bir felsefeye sahip olmasıdır. Aliya İzzetbegoviç’in de belirttiği gibi bazı ideoloji ve din anlayışlarına göre sadece ruh vardır, materyalizme göre ise sadece beden; işte İslam bu ikisini sentezleyip temeline insanı yerleştiriyor. Odak noktası insan olan İslam, kardeşlik olgusuna ayrı bir önem vermiştir. Kur’an’da ve hadislerde bu konu özellikle vurgulanmaktadır. İslam peygamberi Hz. Muhammed’in yaşantısına bakıldığı zaman insanların kardeşliğine katkıda bulunmak için onlar hakkında hüsnü zanda bulunmasından onlarla selamlaşmasına kadar kardeşliği pekiştirici birçok davranışa sahip olduğu görülür. Kardeşlik konusu Kur’an ayetlerinde ve hadislerde geniş olarak ele alınmıştır. İslam’ın kardeşliğe olan bakış açısını anlamak konunun rahatlıkla anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Trabzon ve Kahramanmaraş’ın kardeşlik serüvenine bu iki şehrin tarihlerine kısaca göz atarak başlayalım.

Maraş, Hititler döneminde gerçek manada bir şehir haline gelmiştir. Şehir Anadolu’da kurulan birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bunlar; Asurlular, Persler, Makedonyalılar, Roma İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu' dur. Hz. Ömer döneminde Halid bin Velid komutasındaki İslam orduları bu kadim şehri İslam Devleti'nin toprakları arasına katmıştır.  Daha sonra tekrar Bizans eline geçen şehir Sufyan bin Avf komutasındaki İslam orduları tarafından tekrar fethedilmiştir. Bu dönemde Maraş (o zamanki adıyla Mer'aş) Diyarbakır, Urfa gibi şehirlerle beraber İslam'ın Anadolu topraklarına yayılmasında bir üs görevi görmüştür. Sınır bir bölgede bulunduğu için sık sık el değiştiren şehir asıl önemini Türk-İslam devletleri döneminde kazanmıştır. Selçuklulardan sonra Dulkadiroğulları Beyliği'ne başkentlik yapmıştır. 1515 yılında Turnadağ Savaşı’nda Yavuz Sultan Selim şehri Osmanlı İmparatorluğu'na bağlamıştır.

Trabzon'un İyonyalılar’ın kurduğu koloni şehirlerinden birisi olduğu yaygın görüştür. Şehir daha sonra sırasıyla Persler, Makedonyalılar, Pontus Devleti, Büyük Roma İmparatorluğu, Bizans Devleti ve Kommenos Devleti’nin egemenliği altına girmiştir. Şehre Müslümanlar çeşitli akınlarda bulunmuşlarsa da başarı elde edilememiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları arasına katılmıştır ve devletin önemli merkezlerinden birisi olmuştur, zira şehzadelerin devlet için yetiştirildiği sancak şehirlerindendir.

Kahramanmaraş ve Trabzon'un kardeşlik manasında ilk ilişkileri Osmanlı’nın Trabzon’u fethettiği dönemde ortaya çıkmaktadır. Şehir yüzyıllarca diğer devletlere bağlı kaldığından İslam dininin öğretilmesi ve irşad faaliyetleri için buraya Maraş'tan 1550’li yıllarda âlimler getirilip yerleştirilmiştir. Maraş'tan gelen ulema buranın İslamlaştırılması konusunda kısa zamanda başarılı olmuştur, hatta buradaki üst düzey Hıristiyan din adamlarını bile İslam'ı kabul etmeye ikna etmişlerdir. Şakir Şevket’in Trabzon Tarihi’nde belirttiğine göre ise “Fetihten 200 sene sonra, yani 1661 yılına kadar, bölgede Müslümanlaşma sağlanamadığı hâlde, Maraş ulemasından bir zat, Bayburt yoluyla Trabzon civarına gelerek, yörenin en saygın Papazlarını bile hidayete erdirme başarısı göstermiştir.” Tarih konusunda çeşitli fikirler ortaya atılmış olsa da kesin olan Maraş’tan bölgeye yerleştirilen ulemanın Trabzon ve çevresinin İslamlaştırılması konusunda başarı gösterdiğidir.

Zamanında Trabzon ve çevresine yerleştirilen Maraşlı aileler günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla bugün Kahramanmaraş’ta ve Trabzon’da aynı kökten aileler vardır. Konuyla ilgili yapılan çalışmalar bu ailelerin özellikle Kahramanmaraş merkezde ve Trabzon’un Of ilçesinde yaşadıklarını göstermektedir. Kahramanmaraş’taki Saçaklızadeler ve Of’taki Fındıkoğulları bu ailelere örnek gösterilebilir. Nitekim Saçaklızade ailesi yukarıda belirttiğimiz üzere Trabzon’a yerleştirilen ailelerden biridir.

Kahramanmaraş ve Trabzon’un kardeşliğine katkı sunan bir diğer etken de, Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in şehzadeliği döneminde Trabzon’da bulunması ve anne tarafından Maraş’taki Dulkadiroğulları Beyiliği ile akrabalığının bulunmasıdır. Annesi bir rivayete göre Alaüddevle Bozkurt Bey’in kızı Gülbahar Hatun, bir rivayete göre ise yine Alaüüddevle Bozkurt Bey’in kızı Ayşe Hatun’dur. Kesin olan annesinin Dulkadirouğlları beyinin kızı olduğudur ve bu, iki şehir arasındaki bağları güçlendirmiştir.

Maraş ve Trabzon arasındaki kardeşlik cumhuriyet döneminde de süregelmiştir; iki şehir en işlek caddelerini bu kardeşliği taçlandırmak adına birbirlerinin adlarıyla adlandırmışlardır. Trabzon’daki Maraş ve Kahramanmaraş’taki Trabzon caddeleri bu iki şehrin en önemli caddeleri, hatta bir bakıma simgeleridir. Yine Maraş’tan göç eden âlimlerin Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Maraşlı Köyü’nü kurdukları bilinmektedir.

Japon edebiyatçı Yasunari Kawabata’nın Kardan Ülke romanında “İnsanlar birbirlerinden beton duvarlarla ayrılmış bulunuyorlar ve bu duvarlar herhangi bir sevgi cereyanına mani oluyor.” diye tasvir ettiği bir dünyada Anadolu insanı kardeş olabilmek, kardeş kalabilmek, tabiri caizse ‘kardeşliği yaşayabilmek’ için en değerli şeylerinden bile vazgeçebileceğini ortaya koymuştur. Kahramanmaraş ve Trabzon Anadolu’nun dört bir köşesinde yüzyıllardır süregelen kardeşliğin bir bakıma sembolüdür. Bu iki kadim şehrin kardeşliği temelini İslam’dan ve İslami bir devlet yönetimi anlayışından almıştır ve farklı yaklaşımların da katkısıyla günümüze kadar devam etmiştir.  

Kaynakça

Aliya İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, Nehir Yayınları, İstanbul, 1987
Ejder Okumuş, Evliya Çelebi’nin Gözüyle Kahramanmaraş ve Çevresi, Ark Kitapları, İstanbul, 2013
Haşim Albayrak, Kahramanmaraş-Trabzon Kardeşlik Köprüsü ve Saçaklızadeler, Babıali Yayıncılık, İstanbul, 2009
Şakir Şevket, Trabzon Tarihi, Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, Trabzon, 2001
Yasunari Kawabata, Snow Country, Penguin Classics, Londra, 2011
___
İlk olarak şu adreste yayımlandı: http://tabutmag.com/icerik-arsivi/tarih/sehirlerin-kardesliginde-islam-etkisi-kahramanmaras-ve-trabzon-ornegi.html

GERÇEKLİK VE KOMPLO ARASINDA DIŞ MİHRAKLAR


Toplumsal açıdan önem arz eden siyasal olayları açıklama noktasında “dış mihraklar” kavramı Türkiye’de popülerliğini korumuştur. Gündelik siyasete ilgi düzeyi oldukça yüksek olan Türkiye toplumu –tarihten gelen bir takım yaşantılarının da etkisiyle- “dış mihraklar” kavramını önemsemiş ve özellikle cumhuriyet tarihi boyunca ülkenin siyasal hayatında derin izler bırakan olayları açıklamak için sıklıkla kullanmıştır. Burada şu soruyu sorarak yazıya yön verelim: “Dış mihraklar”, “karanlık güç odakları”, “uluslararası sistem lortları”, “küresel aktörler” ve benzeri şekilde anılan ve bir şekilde ülkelere kendi çıkarları doğrultusunda gizli bir biçimde müdahalede bulunan bu yapılar gerçek mi, yoksa komplo teorilerinin bir parçası mı?  

Dış Mihraklar Bir Komplo Teorisinin Ürünü Mü?

Komplo teorileri öteden beri insanların ilgisini çekmiş ve farklı olayların açıklamalarını gizemli hale getirmiştir. Özellikle bu nedenledir ki,  komplo teorileri toplumların hafızalarında kendisine yer edinebilmiştir. Doğruluğu kanıtlanmış komplo teorilerinin sayısı kanıtlanamayanlara oranla oldukça az olmasına rağmen, bu teoriler popüler kültürün bir parçası olarak günümüzde varlığını devam ettirmektedirler. Mark Fenster komplo teorilerinin ABD kültüründeki yerini incelediği kitabında (Conspiracy Theories: Secrecy and Power in American Culture) az sayıda teorinin kanıtlanmış olmasının bunların gerçekliği ihtimalini azaltmadığını söyler.

ABD’li siyaset bilimci Michael Barkun, komplo teorilerinin siyasi olayları daha büyük-derin-gizli bir gücün-iradenin varlığıyla açıklama eğilimi gösterdiğini belirtmiştir (Bkz. Culture of Conspiracy: Apocalyptic Visions in Contemporary America). İngiliz felsefeci Karl Popper, “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı kitabında komplo teorilerini delillere dayanmadığı ve bir rüyanın parçası olduğu için eleştirir. Ayrıca bunların totaliter rejimler tarafından kendi halkları nezdinde meşruiyet kaynağı yaratmak amacıyla kullanıldığını yazmıştır Popper.    

Bu tanım ve eleştiriler doğrultusunda dış mihraklar ve eşdeğeri kavramların Türkiye siyaseti özelinde komplo teorileri içerisinde değerlendirilmesi mümkündür. Nitekim toplum nezdinde birçok olayın açıklaması dış mihrakların varlığıyla ve dahliyle açıklanabilmektedir. Toplumun zihin yapısında kalıplaşmış olan bu kavram beraberinde bir takım problemlere neden olabilmektedir. Zira dış mihraklar siyasi söylem itibariyle farklı sorunların günah keçisi ilan edilmektedirler. Siyasi olayları yalnızca dış mihrakların tezgâhı olarak açıklamak işin kolayına kaçmak, sorumluluk almaktan kaçınmaktır. Bir olayın birinci derecede sorumluları o olayın bizatihi içinde bulunan, olay süresince rol üstlenen failleridir.

Dış Mihraklar Yok Mudur?

Hatayı kendimizde arayalım, sorumluluktan kaçınmayalım derken dış mihrakların varlığını göz ardı etmiş oluyor muyuz? Bir olayın yerel faillerinin göz önünde olması, bu olaylarda dış mihrakların dahlinin olmadığı anlamına gelmez. Burada kastettiğimiz, suçu üzerine atacak bir fail aranmaması, varsa sorumlulukların bilincinde olunması gerektiğiydi.

Realist bakış açısı uluslararası ilişkilerde ana aktör olan devletlerin bir takım kaygılar sebebiyle kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini kabul eder. Bu nedenledir ki kendilerine tehdit oluşturduğunu düşündükleri aktörlere karşı tavır alırlar ve bir takım eylemleri uygulamaya koyarlar. (Burada, devletler dışındaki aktörlerin de aynı güdü ile hareket ettiğini düşündüğümü belirtmemde fayda var.) İstihbarat birimlerinin aktif kullanımı, çeşitli yaptırımlar veya fiziksel savaş bu eylemlerdendir. Tabii olarak devletler bu eylemlerin olası zararlarından kaçınmak adına kendi imkânları dâhilinde küçük çaplı operasyonlarda bulunabilir. Bizatihi kendisi siyasi olaylara sebep olmasa da bir devlet olaya taraf olabilir, yakından takip edip gerektiğinde müdahale edebilir vs.  

Konuya Türkiye özelinden yaklaşırsak tarihi bir takım yaşantıların toplumun hafızasında yerini koruduğunu görecek ve bu nedenle dış mihrakların aktif olarak Türkiye’de varlığını devam ettirdiği, bir dizi operasyonlarda bulunduğu inancının diri olduğunu fark edeceğiz. Osmanlı’nın son dönemindeki tecrübelerle başlayan ve hafızalarda yer edinen yaşantılar cumhuriyet döneminde de yer almıştır. 1. Dünya Savaşı döneminde Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri tarafından paylaşıldığı gizli anlaşmalar ve Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki politikaları göz önüne alındığı takdirde dış mihrakların bu coğrafya üzerinde aktif olarak bulundukları kanısı güçlenmektedir. Ortadoğu gibi dinamik bir bölgede farklı yabancı aktörlerin Türkiye’deki olayları yakından takip etmesi ve hatta müdahil olması ihtimal dâhilinde ve gayet normal bir durumdur.

Son Gelişmelerde Dış Güçlerin Parmağı Var Mı?

Özellikle Gezi Olayları süreci ile başlayıp yolsuzluk operasyona kadar devam eden zaman zarfında Ak Parti hükumeti dış güçlerin Türkiye üzerinde bir takım kirli oyunlar planladığını ve sahneye koyduğunu iddia etmektedir. Ak Parti döneminde dış politika alanında gözle görünür derecede sınıf atlayan Türkiye, özellikle Arap Baharı ile Ortadoğu’da önemli bir aktör konumuna gelmiştir. Burada Türkiye’nin duruşunun farklı devletlerin çıkarları ile bağdaşmama ihtimali anlaşılabilir bir durumdur. Dahası, bu çıkar çatışmalarının bir sonucu olarak farklı dış güçlerin Türkiye’nin manevra alanını daraltmak amacıyla bir takım çalışmalar yapması da anlaşılabilir bir durum. 

Ak Parti ve özel olarak Başbakan Erdoğan son dönemdeki toplumsal, hukuki ve siyasi olayları dış güçlerin Türkiye üzerinde kirli oyunlarıyla bağlantılandırdığı için sıklıkla eleştiriliyor. Bir dönemin milliyetçi-ulusalcı komplo teorisi ürünü olduğu dillendirilen dış mihrakların bugün muhafazakâr bir hükumet tarafından sıklıkla kullanıldığı iddiası da medya ve akademi çevrelerinde dile getirilen bir söylem. Olaylara tamamen dış güçlerin sebep olduğunu iddia etmek veya tam tersini, yabancı aktörlerin hiç müdahil olmadıklarını söylemek pek mantıklı görünmüyor.

17 Aralık’ta başlayan ve Halk Bankası’nı yakından ilgilendiren yargı sürecini kısaca ele almakta fayda var. Yolsuzluk iddiaları var ve yargı süreci devam ediyor. Bu gayet normal bir durum ve dış güçlerle bağlantı kurmaya pek de gerek yok. Fakat olaya biraz daha geniş bir çerçeveden yaklaşıldığında dış güçlerin sürece müdahil olma ihtimalinin varlığı fark edilebilir. Halk Bankası’nın ABD’nin İran’a karşı başlattığı ambargo süresince oynadığı kilit rol kamuoyunun malumu; Türkiye ısrarla İran ile ticarete devam etmiş ve Halk Bankası üzerinden para akışı sağlanmıştı. ABD’nin rahatsızlığını defalarca dile getirdiğini de unutmayalım. Uluslararası ekonomi çevrelerine kulak verildiği takdirde Halk Bankası’nın Türkiye’nin dış politikası açısında kilit bir pozisyonda olduğu anlaşılıyor. Bütün bunların üzerine ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin yaptığı açıklamalar ve AB ülkelerinin büyükelçileriyle yaptığı görüşmede Halk Bankası aleyhinde söylediği iddia edilen sözleri ekleyince bir dış müdahale olasılığının hiç de yabana atılacak gibi olmadığı görülüyor.


İktidar partisinin dış güçlerin varlığı ve icraatları hakkındaki söyleminin haklı veya haksız olduğu ayrı bir tartışmanın konusu. Bana göre burada önemli olan dengeli bir söylem oluşturabilmek. Dış mihraklar vurgusu yerel şüphelilerin olduğunu geri plana atmamalı. Yargı sürecinin sonucu nasıl olur, ilerleyen günlerde göreceğiz. Dış güçlerin bir ilgisi olsa bile bu -kanıtlanırsa eğer- suç veya suçların varlığını ortadan kaldırmıyor. Tabii ki, tam tersi durumun da söz konusu olabileceğini unutmamak gerekir. İçeriği itibariyle olmasa da biçim ve zamanlaması itibariyle süreçte bir takım yabancı aktörlerin rol oynamış/oynuyor olabileceğini de göz ardı etmemekte fayda var. Yargılanan yerel aktörlerin ve bir takım dış güçlerin bir arada bulunması ihtimali hala geçerli. 
___
01.01.2014 tarihinde şu adreste yayımlandı: http://tabutmag.com/icerik-arsivi/siyaset/gerceklik-ve-komplo-arasinda-dis-mihraklar.html

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...