29 Kasım 2014 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN DEVLET İDARESİNDE SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM, 1990-2012

Doktora tez tartışma toplantıları dizisinin altmış ikincisinde SETA İstanbul dış politika araştırmacılarından Dr. Ali Aslan, 2012 yılında University of Delaware (ABD) Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladığı “Performing Turkey: Continuity and Change in Turkish Statecraft, 1990-2012” başlıklı doktora tezini sundu. Modernlik, hegemonya ve politikanın bir arada düşünülmesi çerçevesinde Türkiye’de yaşanan değişim algısı tartışmanın temel sorunsalını oluşturdu. Bugüne kadar modernlik odaklı dış politika çalışmalarında modernliğin kimlik boyutuna atıflar yapılmış ve dış politika büyük oranda bu amaçla yönlendirilmiştir. Modern dönemde modern olma amacı yeni kimliklerin inşasının arka planında önemli bir yerde durmaktadır. Burada dikkate değer olan bir durum da modernliği sorunsallaştıranların çalışmalarında ulus-devleti ele almıyor olmalarıdır. Modernliğin en temel yapı taşlarından olan ulus-devletin bu çerçevede ele alınmayışı modernlik tartışmalarının bir eksikliğidir. Modernliğin en asli unsuru olan ulus-devletin temel özne olarak ele alınması ve modernliğin dış politika yoluyla yeniden üretilmesi Aslan’ın çalışmasının odak noktasını oluşturmaktadır.

Burada post-yapısalcı okulun modernliğe yaklaşımını da ele almakta ve eksik yönlerini ortaya koymakta fayda var. Post-yapısalcılık, modernliği problematize ederken esas itibarıyla devletin kendisini yeniden üretip üretememesini incelemekte, fakat bu incelemeye modernliğin kimlik boyutunu dâhil etmemektedir. Kimlik konusu her ne kadar yakın zamanda yapılan çalışmalara dâhil edilmiş olsa da, bu çalışmalar devlet ve elitleri bir bütün olarak ele almak gibi bir sorunu barındırmaktadır. Post-yapısalcı düşüncede eylemi yapan aktör üzerine odaklanılmaz, belli bir ortamda yaşanan olaylara bakılır, fakat aktörler bu olayların müsebbibi olarak gösterilmez. Aktörler üzerine yoğunlaşılmamasının doğurduğu sonuçlardan birisi de çalışmalarda kimlik boyutunun eksik kalmasıdır.

Modern devlet ve bunun kimlik boyutunun beraber ele alınması ile modernlik ve hegemonya tartışması daha sağlıklı bir biçimde yürütülebilir. Aslan’a göre modernlik ulus-devlet üzerinden üretilmektedir. Burada dış politikanın kavramsallaştırılması gereklidir. Dış politika çalışan araştırmacılar devletler arası ilişkilere odaklanırken; Aslan, post-yapısalcı bir yaklaşımla, devletin sürekli olarak iç-dış ayrımıyla kendisini üretmek zorunda olduğunu iddia etmektedir. İç-dış kimlik inşasına verilebilecek en güzel örneklerden birisi, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin ürettiği kapitalist kimlik olup Sovyet Bloğu’nun komünizm vurgusu üzerinden bir kapitalist kimlik inşası söz konusudur. Burada bir kimlik siyasetinden ziyade kimlikleşme siyaseti, yani sürekli bir varoluş hali, sürekli bir kimlik tanımlaması mevcuttur. Bu durum da modern dönemle beraber yerel-seküler otoriteler ortaya çıkmış ve meşrulaşmıştır. Tarihin akışı içerisinde Vestfalya Antlaşması gibi farklı gelişmeler bu otoritelerin ortaya çıkışına destek olmuştur. Aslan’a göre hegemonya kurmak isteyen bir siyasi güç şu üç alanda tutarlı bir söylem oluşturmalıdır: iç-toplum, dış-uluslararası alan, sistem-yakın çevre.

Kemalizm, Osmanlı’da kısmen başlayan devlet merkezli modernliği kabul etmiştir. Bu geçişi seküler ve milliyetçi bir millet tanımı üzerinden yapmıştır. Kemalizm, iç politikada seküler-milliyetçi, dış politikada devlet merkezli bölgesel düzen, uluslararası sistemde Batı’nın hegemonyasını kabul eden ve buna dahi olmaya çalışan bir duruş öngörmüştür. Farklı süreçlerde kullanılan dil ve söylemlerle bu duruş sarsılmıştır. Adnan Menderes dönemi, 1961 Anayasası ve sonrasında Kemalizm değişen politik şartları kendi söylemine dâhil etme gayretine girmiştir. Kemalizm’in asıl krizi 1980’lerin sonu 1990’ların başında ortaya çıkmıştır. Zira öngördüğü seküler-milliyetçi toplum ve Batıcı kafa bu tarihten itibaren uyuşmazlık göstermeye başlamıştır. Dolayısıyla Kemalizm’in toplumu temsili manasında birtakım sıkıntılar baş göstermiştir. Liberal, Kürtçü ve İslâmcı akımların bu dönemde artan görünürlüğü de bu durumu destekler niteliktedir.

2002 yılı itibarıyla AK Parti yeni bir kimlik ve proje ile sahneye çıkmıştır. Kemalizm kadar olmasa dahi muhafazakâr, hatta İslâmcı çizgiden bir parti olan AK Parti ulus-devleti kabul etmiştir. Burada “muhafazakâr demokrat” tanımı önem arz etmektedir. Modernliğin üç ideolojisi liberalizm, sosyalizm ve muhafazakârlıktır. Muhafazakârlık yerel olana diğerlerine oranla daha fazla değer verdiği için seçilmiştir. Liberal demokrasi ise iktidarı sınırlandırmaya çalışır, toplumun değişimini destekler. Muhafazakâr demokrat toplum içeride, dışarıda bölgeyi ve Vestfalya ile ortaya çıkan sistemi zorlayan bir anlayışa sahiptir. İslâmî vurguların arttığı, bölge siyasetine aktif olarak dâhil olunan, ulus-devleti hem sahiplenen hem de onun boyutlarını aşındıran bir anlayıştır bu. Küresel düzlemde tek değil birçok medeniyet olduğunu ve Türkiye’nin birden çoğuna üye olduğunu savunur bu anlayış. Aslan, bu tarz ikilemlerden dolayı AK Partili Türkiye’nin hegemonik bir krizle karşı karşıya olduğunu iddia etmektedir. Ona göre Türkiye’nin bunu aşması gerekmektedir. Aslan’ın tezindeki temel sorunsalı modernlik, hegemonya ve dış politika arasındaki ilişki oluşturmaktadır. Küreselleşen dünyada gerek modernlik gerekse hegemonya değişimi tartışmalarının önemi artmaya başlamıştır. Bu tartışmaların bir kısmı kimlik, bir kısmı ise ulus-devlet konusunu ele almamaktadır. Ali Aslan işte bu noktada kimlikleşme kavramını ve ulus-devleti bir araya getirmekte ve Türkiye’nin 1990’lardan beri devam eden değişimine farklı bir perspektiften ışık tutmaktadır.
__
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 26 Mart 2014 tarihinde düzenlediği TEZAT toplantı dizisinin altmış ikinci oturumunda SETA Vakfı araştırmacılarından Dr. Ali Aslan’ın yaptığı “Türkiye’nin Devlet İdaresinde Süreklilik Ve Değişim, 1990-2012” başlıklı sunumun değerlendirme metnidir. BİSAV Bülten’in 84. sayısında yayımlanmıştır.
http://www.bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&yayinid=207&menuID=2_3&yayintipid=3&makaleid=1277

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE KİMLİK VE ONTOLOJİK GÜVENLİK

Küresele Kuramsal Bakışlar toplantı dizisinin sekizincisinde Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Bahar Rumelili, devletler arasındaki güvenlik ilişkilerini, işbirliğini, devletlerin tehdit algılarını ve başta ontolojik güvenlik olmak üzere farklı güvenlik kuramlarını masaya yatırdı.

Uluslararası ilişkilere inşacı bakış açısıyla yaklaşan Rumelili’ye göre, devletler kimlikleri olan sosyal aktörlerdir. Devletlerin kendi kimliklerini nasıl tanımladığı ve diğer uluslararası aktörler tarafından bu tanımlamaların ne derece kabul gördüğü önem arz eder. İnşacı yaklaşım ülkelerin tehdit algılarının maddi kapasiteleriyle değil, kimlik algılarıyla açıklanabileceğini ve kimliklerin zaman içerisinde dönüşebileceğini öne sürer. Yine işbirliği, devletlerin ortak kimlikler oluşturmasında önemli bir kavramdır. Realist ve neorealist okulların “Devletler ortak tehditler karşısında çıkarları doğrultusunda ortak hareket edebilir” ve liberal ve neoliberal okulların “Devletler tehditlere bağlı olmaksızın çıkarları doğrultusunda sınırlı bir süre için bir araya gelebilir” savına karşı inşacı okul, “İşbirliği ile bir araya gelen devletler yalnızca çıkarları dolayısıyla ortak hareket etmez, ortak kimlikler de oluştururlar” iddiasındadır.

Rumelili, devletlerin kimliklerinin tehdit algılarından değil de aralarındaki ihtilaflardan kaynaklandığı iddiasında. Ona göre, devletler arası ihtilaflar kimlikleri oluşturur, kimliklerin oluşumu da ihtilafları pekiştirir ve ihtilafların sürekliliğine neden olur. Devletler kimlikler üzerinden diğer devletleri değerlendirir ve ötekileştirir. Bu noktada “ontolojik güvenlik” kavramı, kimlik ve güvenlik arasındaki ilişkiyi tamamlar niteliktedir. Örneğin, Avrupa Birliği’nin kimliği Türkiye ve diğer ülkeleri ötekileştiren bir bakış açısı üzerinden kurulmuştur. Ancak AB üyesi olmayan ülkelerin AB’ye tehdit oluşturduğunu söylemek fazla iddialı olacaktır. İşte güvenlik ilişkilerinin açıklamakta zorlandığı bu noktayı ontolojik güvenlik kavramı “ötekileştirme” ile açıklar.

Rumelili’nin kimliklerle ilgili açıklamaları gösteriyor ki kimlik ve güvenlik kavramları arasındaki ilişki her zaman iyi kurulamamıştır. Kimlikle ilintili güvenlik ve fiziksel güvenlik kaygıları arasındaki ayrımı ontolojik güvenlik ile açıklamak mümkündür. Anthony Giddens ontolojik güvenlik kavramını yeni doğan bir bebek ve bakıcısı arasındaki ilişkiye benzetir. Yeni doğanlarda temel güven oluşumu rutin ve alışkanlıklara dayanır. Birey, bu rutin ve alışkanlıklar üzerinden çevresinde olup bitenlere bir anlam vererek kendi kimliğini oluşturur; böylece varoluşsal soruları yanıtlar ve kendisine koruyucu bir çerçeve oluşturur.

Giddens’ın bu ontolojik güvenlik anlayışını uluslararası ilişkilere adapte eden iki temel görüş vardır. Catarina Kinnvallve Stuart Croft’a göre bireylerin küreselleşme ile birlikte farklı bir dünya ile karşılaşmaları alıştıkları rutini sorgulamalarına neden olur ve nihayet farklılıkları bir tehdit olarak algılamaları milliyetçi birtakım söylemlere yol açarken ontolojik bir kimlik inşa edilir. İkinci tür ontolojik güvenlik çalışmaları ise şu tezi savunur: Devletler hem fiziksel hem de ontolojik güvenlik arayışındadır. Buna göre, devletler bir yandan bekalarını garanti altına almaya, diğer yandan uluslararası sistemdeki varlıklarını belirli bir anlayış çerçevesinde sürdürmeye çalışırlar. Jennifer Mitzen ve Brent J. Steele’e göre devletlerin ontolojik güvenlik arayışı belirli durumlarda fiziksel güvenliklerini tehlikeye atabilecek davranışlarda bulunmalarına yol açabilir. Mitzen bu söylemini inatçı ihtilaflar örneği ile destekler. İhtilafın devamının fiziksel güvenliklerine tehdit teşkil etmesine rağmen ontolojik güvenlik arayışları dolayısıyla çatışmanın sürdürüldüğü İsrail-Filistin sorunu buna bir örnektir. Steele ise aynı anlayışı insani müdahaleler ile açıklar. Liberal devletler için insani yardım gerektiren durumlarda müdahale etmek her ne kadar fiziksel tehlike yaratsa da kendi benlikleri ile çatışmamak adına, ontolojik kimlikleri gereği bu tehlikeleri göze alırlar.

Uluslararası ilişkilerde güvenlik konusu 1990’lardan itibaren popüler bir çalışma alanı hâline geldi. Bu çalışmalar içerisinde ontolojik güvenlik nispeten yeni bir kavram. Güvenlik çalışmalarının çoğunda da görülebileceği üzere, devletler çoğunlukla bekalarının fiziksel güvenliklerini sağlamalarından geçtiği kanısındadırlar. Ontolojik güvenlik ise, fiziksel güvenliğin aksine, devletlerin bekası yerine varoluş biçimlerindeki istikrar ve devamlılığa odaklanır. Son dönemlerde güvenlik çalışmalarında psikolojiden de faydalanılmaktadır. Buna göre genellikle fiziksel güvenlik korku, ontolojik güvenlik ise endişe/kaygı duygusunu açığa çıkarır. Endişe bilinmezlikten/belirsizlikten ileri gelir. Bireyler endişelerini kontrol etmek için bunları korkuya çevirirler. Aynı şekilde devletler de ontolojik kaygılarını kontrol edebilmek için fiziksel korkulara dönüştürürler.

Rumelili, aktörler arasındaki ihtilafları dört kategoride incelemektedir. İstikrarlı ihtilaflar, (Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ve İsrail-Filistin çatışması gibi) fiziksel güvensizlik ve ontolojik güvenliğin bir arada bulunduğu durumlardır. Bu tür ihtilafları çözmek için ontolojik güvensizlik yaratılmalı, tehdit algılarının ve çatışmacı kimliklerin yeniden üretilmesine zemin hazırlanmalıdır. İstikrarsız ihtilaflarda hem fiziksel hem de ontolojik güvensizlik bir aradadır. Dönüşme sürecindeki ihtilaflar, tarafların kendi aralarında çözdüğü veya uluslararası kamuoyunun bitirdiği ihtilaflardır. Kuzey İrlanda örneğinde olduğu gibi, ihtilafın çözümüyle her ne kadar fiziksel güvenlik sağlanmışsa da ontolojik güvensizlik devam eder. Son kategori ise barıştır. Barış, hem fiziksel hem de ontolojik güvenliğin sağlandığı durumdur. İsveç ve Finlandiya arasında BM girişimi ile çözülen Aaland Adaları sorununu buna bir örnektir. Buna göre adalar Finlandiya sınırları içinde kalmış ama kültürel olarak İsveç’e bağlı olmasına müsaade edilmiştir. Barış süreçlerinde her ne kadar fiziksel güven ortamı sağlansa da ontolojik güvenliğin hemen sağlanmasını beklemek gerçekçi değildir, öncelikle ortak kimlikleri inşa edebilecek süreçlere yönelmek gerekir.

Ontolojik güvenlik alanında değerli çalışmaları olan Rumelili, editörlüğünü yaptığı ve bu yıl çıkması beklenen Ontolojik Güvenlik, İhtilafların Çözümü ve Barış Endişeleri kitabında ihtilafların çözüm sürecinde ontolojik güvenliğin yarattığı endişelerin nasıl aşılabileceği üzerinde duruyor. Bu eser ile yukarıda bir özetini sunduğumuz konu hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşmak mümkün olacak.
__
Bilim ve Sanat Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 9 Ekim 2013 tarihinde düzenlediği Küresele Kuramsal Bakışlar toplantı dizisinin sekizinci oturumunda Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Bahar Rumelili’nin yaptığı “Uluslararası İlişkilerde Kimlik ve Ontolojik Güvenlik” başlıklı sunumunun değerlendirme metnidir. BİSAV Bülten'in 83. sayısında yayımlanmıştır.
http://www.bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&menuID=3_3&yayintipid=3&yayinid=202&makaleid=1220


20 Kasım 2014 Perşembe

BİR TÜRKİYE İSLÂMCILIĞI ÜRÜNÜ: İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ

İslâmcılık akımının önemli fikir adamlarından, üstatlarından Necip Fazıl Kısakürek’in “bütün varlığı” “yaratılış sebebi” olarak nitelendirdiği İdeolocya Örgüsü Türkiye’de İslâmcılık düşüncesinin temel özelliklerini yansıtması bakımından dikkate değer bir eserdir. Kısakürek, bu eserde kurguladığı siyasi sistem üzerinden geniş bir yelpazede sosyal, siyasî, ekonomik pek çok konuyu ele almıştır. Eseri İslâmcılık düşüncesi için önemli ve değerli kılan özellik, Kısakürek’in İslâm inkılabı beklentisini ortaya koymuş olmasıdır ki o dönemin şartları göz önüne alındığı zaman bu beklentiyi dillendirmenin cesur bir çıkış olduğu aşikârdır. Detaylı bir devlet telakkisinin çizildiği eserde Kısakürek’in inkılap anlayışı ve kurulması gereken devletin temel özellikleri açıkça ortaya konmuştur. Eserde Kısakürek İslâm inkılâbının özelliklerinden bahsetmekte, farklı kavram ve konulara yaklaşımını ortaya koymakta, kurguladığı devlet sisteminin işleyişi hakkında detaylı bilgi vermekte ve nihayet bahsettiği ülküyle hareket edenlerin sahip olması gereken temel prensiplerden bahsetmekte, bir yönüyle ideal insan tipolojisini ortaya koymaktadır. İdeolocya Örgüsü Türkiye’de İslâmcılık düşüncesinin zaman içerisindeki dönüşümlerinin, değişimlerinin bir yansıması olması ve hareketin yapı taşlarına referans vermesi açısından önem teşkil etmektedir.

Kısakürek’in yedinci bölümün başında ortaya koyduğu düşünceleri eserin bir nevi kalbini oluşturmaktadır. İslâm, liberalizm, sosyalizm ve faşizmin savunduğu değerler bütününü içerisinde barındırmakta ve bunların eksik yönlerini tamamlamaktadır. Bu ideolojiler hakikatin bir bölümü üzerine yoğunlaşmakta dolayısıyla da bir diğerini sığ diye nitelendirilebilecek bir biçimde eleştirmektedirler. Hâlbuki İslâm bu ideolojilerin savunduklarını bir bütün olarak bünyesinde barındırmaktadır. Bu nedenle İslâm’ın bu ideolojilerden birisi ile yakınlaştırılması, bunlarla İslâm arasında benzerlik ilişkisi kurulması mantıklı değildir. Liberalizm ve kapitalizm birey haklarını ön plana çıkarırken, sosyalizm ve komünizm de cemiyet haklarına vurgu yapmaktadır. İslâm fertlerin haklarını onlara verdiği gibi cemiyet haklarını da açıkça önemsemektedir. Ticaret helal kılınmış, ferdi mülkiyet ve kazanç ise hak olarak görülmüştür; buna karşın faiz haram, zekât farz kılınmıştır. Zekât konusunu burada belirtmek özelde sosyalizm ve komünizmin talep ettiği sosyal adalet kavramının içerisini doldurması açısından gereklidir; zira bireylerden toplanan zekâtlar devlet hazinesinde toplanmakta ve buradan da ihtiyaç sahiplerine dağıtılmaktadır. Necip Fazıl’ın İslâm ve modern Batılı ideolojileri karşılaştırırken beyan ettiği fikirler İslâmcılar nezdinde ciddi bir teveccüh görmüştür.

Müellif, eserinde İslâm inkılâbının siyasi boyutunu ele alırken İslâm’a destek olan dost ve karşı olan düşmanlara ayrıntılı biçimde yer vermiştir. Burada İslâm düşmanlarını iki ana kategoride ele alabiliriz. Birincisi dış düşmanlardır ki, bunların İslâm ile alakaları bulunmamaktadır. Kısakürek bu kategoriye Batıyı, Yahudileri, Masonları vs. dâhil etmektedir. Bahsi geçen topluluklar 400 yıl boyunca İslâm siyasetinin başarısızlığı için ciddi çalışmalar yapmışlardır. İkinci kategorideki düşmanlar iç düşmanlar, yani İslâm’la tanışmış insanlardır. Bunlar her ne kadar İslâm’la tanışmışlarsa da İslâm’ın özünü kavrayamamış kişilerdir. Bu grupta müellifin kendi deyimiyle softalar ve münafıklar vardır. Kısakürek’in dost olarak nitelendirdiği insanlar ise İslâm inkılâbının gerçekleşmesi ve yeryüzünde İslâm düzeninin hâkim kılınması için gecesini gündüzüne katarak samimi olarak çalışan müminlerdir.

Kısakürek’in Batı’nın ilmi konusundaki görüşleri hemen hemen bütün İslâmcıların kültür ve medeniyet ayrımı üzerindeki görüşleriyle aynı minvaldedir. Burada başvurduğu “Hikmet müminin yitik malıdır, nerede görse alır” şeklindeki hadis genel itibariyle İslâmcılık akımının başvurduğu bir kaynak niteliğindedir. Kısakürek Batı’nın yalnızca bilim ve teknolojideki gelişmelerini takip etmek gerektiğini, bunun dışındaysa Batı’yla herhangi bir alışverişin olmaması gerektiğini savunur. Dahası ilerleyen bölümlerde yine tipik bir İslâmcı söylem olan Batı’nın esas itibariyle bugünkü durumuna gelmesi için gereken ilerlemeyi Müslümanların kaynaklarını kullanarak başardıkları söylemini kullanır. Ona göre Antik Yunan ve Roma deneyimleri sonrasında Batı’nın ışıltısı sönmüştür. Batı’nın bugünkü gücüne ulaşmasının arkasındaki temel etken, zamanında Müslümanların ürettikleri kaynakları kullanmayı akıl etmiş olmalarıdır. Batı toplumu, Müslümanların öz kaynakları ile Yunan ve Roma deneyimlerini tekrar diriltme çabasındadır. Maalesef Müslümanlar Rönesans’ı yeterince iyi tahlil edememişlerdir. Batı’nın kendi realitesi içerisindeki zihniyet dönüşümünü kavrayamamaktan dolayı da geri kalmışlığın çaresi Batı’yı devamlı taklitte bulunmuştur. Bu anlayış genel kabul gören İslâmcı bir söylemin tezahürü niteliğindedir.

Kısakürek’in eserinde sunduğu devlet modeli “Başyücelik Devleti”dir. Kendi iddiası bu devlet modelinin yüzlerce yıllık devlet geleneklerinin tamamının bir süzgeçten geçirilmiş ve en iyi yanlarının alınmış olduğu bir rejim olduğu yönündedir. Bunun yanı sıra, İslâm devlet geleneğinin önemli bir parçası olan şûra ilkesine de tamamıyla bağlı bir modeldir. Eserin sekizinci bölümü tamamıyla bu devlete odaklanmaktadır. İslâm inkılâbının gerçekleşmesi için klasik manada bir sınıf ayrımına gerek olmadığını iddia eder Kısakürek. Sosyalist devrimin olması için iktisadi bir sınıf çatışması gerekmektedir, fakat İslâm devrimini gerçekleştirmek yalnızca herhangi bir sınıfın üzerine vazife değildir. Burada kendi deyimiyle “gerçek ve üstün münevverler aristokrasyası” sınıfına ihtiyaç vardır. Bu sınıf inkılabı gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip kişilerden teşekkül etmektedir ve iktisadî bir sınıf değildir. Dolayısıyla da Batılı anlamda keskin bir sınıf ayrımı yoktur; sadece inkılâbı gerçekleştirebilecek bir zihniyete işaret eder.

Kısakürek’in eserlerini verdiği dönem Türkiye İslâmcılığının milliyetçi/mukaddesatçı bir çizgiye evirildiği bir dönemdir. İslâmcılık cumhuriyetin ilk yıllarındaki baskı yönetimi dolayısıyla çıkış yolu olarak milliyetçi/mukaddesatçı bir üslup kullanmayı görmüştür. Müellifin milliyetçiliğe yüklediği anlam dönemin İslâmcılarının milliyetçi değişiminin bir göstergesi olarak algılanabilir. Eserde vurgulanan milliyetçilik cumhuriyet döneminde sıklıkla başvurulan bir etnik/ırkçı milliyetçilikten farklıdır. İnsanların farklı fırkalar halinde yaratıldığı gerçeğinden hareketle farklı milliyetlerin peygamberin istediği şekilde, İslâm’ı şereflendirmek için rekabet edeceklerini yazmıştır Kısakürek. Dolayısıyla buradaki milliyetçilik yumuşak bir milliyetçiliktir ve milliyetler İslâm çatısı altında eriyerek bir harmoni oluşturmaktadırlar.

Kısakürek’in eseri bir yandan ütopik bir model önermekte, bir yandan da tarihe sınırlı da olsa atıfta bulunmaktadır. Tarihe atıf yapması, tarihle bağlarının bulunması hasebiyle esere ütopya kategorisinde değerlendirmek pek de mümkün değildir. Eserde İslâm toplumunun geçirdiği son dört yüz yılı belli başlıklar altında eleştirse de genel anlamda Kısakürek’in tarih üzerinde yeterince durduğu söylenemez. Eserin Gençlerle ilgili bölümünde Asr-ı Saadet’e atıfta bulunan Kısakürek bu noktadan sonra tarih üzerine eğilmez, tarihi referans vermez. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Başyücelik Modeli tarih süresince hüküm sürmüş bütün devlet rejimlerinden süzülerek ortaya koyulmuştur; müellifin iddiası bu yöndedir. Bu iddianın tarihi bir takım referanslarla güçlendirilmesi beklenirken eserin büyük kısmında tarih alanı boş bir bölgeye tekabül eder. Bu açıdan ele alındığında eser İslâmcılığın temel özelliklerinden birisine örnek teşkil etmektedir.

İfade ettiğimiz üzere, İdeolocya Örgüsü Türkiye’de İslâmcılığın evirildiği yere işaret etmesi açısından önem taşımaktadır. Detaylı olarak ele alındığında, eserin İslâmcı gelenekten gelen Ak Parti hükumetinin temel felsefesiyle ilişkilendirebilecek noktalar taşıdığı iddia edilebilir. Bu durum, Kısakürek’in fikirlerinin toplumda karşılık bulduğunun göstergesidir. Müellif en önemli eseri olarak tanımladığı İdeolocya Örügüsü’nde önce İslâm inkılâbının farklı yönleri üzerinde, daha sonra da Başyücelik Devleti olarak adlandırdığı devlet modeli üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuştur. İslâmcılığın milliyetçi/mukaddesatçı bir çizgiye dönüştüğü bir dönemde verilen eserde bu dönemin milliyet/milliyetçilik anlayışının izdüşümlerini görmek mümkündür; zira Kısakürek sıklıkla milli değerlerden bahsetmekte ve özel olarak milliyetçiliğin de tanımını yapmaktadır. Kısakürek’in bilime ve Batı menşeili bilginin alınmasına dair düşünceleri de yine tipik bir İslâmcı duruşuna tekabül eder. Bunun dışında tarihe atıf noktasındaki eksiklikler de İslâmcılık düşüncesinin genel manada tarih noktasındaki eksikliğinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...