26 Aralık 2015 Cumartesi

KAPİTALİST DEMOKRASİ VE DOGMATİK BİREYSELCİLİK

Devletler ve devletlerarası/devletlerüstü kuruluşlardan müteşekkil bir takım aktörler günümüz dünyasında ekonomik ve buna bağlı siyasal muhalefete karşı müsamaha göstermemektedirler. Küresel hegemonyanın demokrasiye yönelik vurguları demokrasinin bizatihi kendisiyle çelişmekte, farklı seslerin yükselmesine farklı araçlar vasıtasıyla ciddi biçimde karşı konulmakta, muhalif ideoloji ve hareketler olabildiğince gayrimeşru ilan edilmekte, yalıtılmakta ve bitirilmektedir. Yirmi birinci yüzyıl, kapitalizmin hegemonyasını özelleşme, özelleştirme ve bireyselleşme vasıtasıyla küresel ölçekte kabul ettirdiği ve farklı söylemlere yaşam hakkı tanımadığı bir yüzyıl olarak karşımıza çıkmaktadır.

Belirli dönemlerde ciddi krizlere giren kapitalizmin –son olarak 2008 küresel finansal krizi- giderek sorgulanmaz, daha doğrusu sorgulanmasına müsaade edilmeyen ve kitleler nezdinde sorgulanması ihtiyacı duyulmayan bir sistem haline dönüştüğü aşikardır. Kriz durumlarında bir takım eleştiriler dile getirilmekle beraber, bunlar çok büyük ölçüde kapitalizmin, serbest piyasanın, neoliberalizmin kendisine yönelik eleştiriler değildir. Sistem eleştirisi yapmaksızın sistem içerisindeki aktör ve olayların eleştirilmesi durumu aslında kapitalizme –bilinçli olmasa da- bir güven duyulduğunun da göstergesidir.

Liberal ekonominin ön kabullerinden birisi bireylerin rasyonel aktörler olduğudur. Bu, üzerinde ciddi tartışmaların yapılabileceği bir yargı olup, bizim esas problemimiz değil. Serbest piyasa ekonomisin yakın tarihteki serüvenine bakmak bile bize kapitalizmin bir inanç sitemi olduğunu göstermektedir. Kapitalizme duyulan bir güven olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmadığımız takdirde sistemin kökenlerine dair derin sorgulamaların neden azınlık ölçüsünde kaldığını anlamamız da pek mümkün olmayacaktır. Daha önce de belirttiğim gibi, kriz zamanlarında dahi yükselen eleştiriler aktör ve durumlara ilişkin sınırlı eleştirilerdir.

Kapitalizmin bir inanç sistemi olduğu iddiası hiç de yabana atılabilir bir iddia değildir. Liberal ekonominin fikir babalarının kapitalizmi din kisvesine büründürme çabaları eserlerinin satır aralarında okunabilmektedir. Bu dini, sürekli üretimi ve dolayısıyla sürekli tüketimi tetikleyen, kendi tüketim kültürünü oluşturan, özel mülkiyet fikrinden yola çıkarak toplumsallığın karşısına alabildiğine bireyselciliği yerleştiren bir din olarak tanımlayabiliriz. Özellikle Friedrich Hayek, Milton Friedman ve Ayn Rand’ın teorik temellerini attığı bu bireyselci din 1970’lerden sonra Margaret Thatcher ve Ronald Reagan gibi önemli liderler vasıtasıyla hayat buldu. Thatcher’ın bireyselciliğe dair görüşleri şu şekildeydi:

Siyasetin son 30 yıldaki gidişatının beni en fazla rahatsız eden tarafı, hep kolektivist toplum yönünde ilerlemiş olmasıdır. İnsanlar kişisel toplumu unuttular. […] Ve bu yüzden ekonomi politikalarını değiştirmekten ziyade, yaklaşımı değiştirmeyi amaçladım. Ekonomiyi değiştirmek, bu yaklaşımı değiştirmenin bir aracıdır. Yaklaşımı değiştirmek, ulusun kalbini ve ruhunu kazanmak demektir. Ekonomi yöntemdir; hedef, kalbi ve ruhu değiştirmektir. (Sunday Times, 1 Mayıs 1981)

Özel olan ve özel mülkiyetten yola çıkarak bireyselciliğin bu denli desteklenmesi, dahası sürekli yeniden üretilen bir dogma olarak karşımıza çıkmasını idiotizm olarak tanımlıyor Neal Curtis. İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi adlı eserinde özelleştirme temelli kapsamlı bir kapitalizm eleştirisi yapan Curtis, özel olanın yaratılması için kamusal olanın kapatıldığını iddia ediyor ve burada felsefi bir sorgulamanın içine giriyor. Özellikle Martin Heidegger felsefesiNden yola çıkarak yapılan bu sorgulama neoliberalizmin dayattığı ve muhaliflerine yaşam hakkı tanımadığı sistemin sorunlarını da ortaya koyma noktasında önemli bir belge niteliğinde. Heidegger’in “dasein”ı, yani “varlığın anlamı”, bir birlikte yaşama süreciyle kendisini bulmaktadır. Dasein’ımız, yani dünyayla-ilişkili, dünya-içindeki-varlığımız daima bir ötekilerle-birlikte-varlıktır. Bu şekliyle baktığımız zaman toplumsal bir varlık olan insanın küresel çapta bir mühendislik projesi ile bireyselleştirilmesi hedeflenmektedir ve bunun da uzun vadedeki önemli neticelerinden birisi sisteme muhalefet edebilecek toplumsal hareketlerin önünün kesilmesidir.

Küresel dünyada sisteme muhalefet etme potansiyeli olan devletler çok uluslu şirketler ve devletlerarası/devletlerüstü kurumlar vasıtasıyla kontrol altında tutulmaktadır. Örneğin kredi derecelendirme kuruluşları özel çıkarların kamusal olana nasıl hükmettiğini açıkça göstermektedir. Devletler bu kuruluşların bir nevi boyunduruğu altındadırlar. Hegemon ekonomik teamüllerin dışına çıkmanın cezası bu kurumlardan düşük notlar almak, dolayısıyla da ekonomik dar boğaza düşmektir. Sisteme açıkça kafa tutan devletler de ambargolar vasıtasıyla yalıtılmaktadır. Sistem kendisini öyle bir şekilde inşa etmiştir ki, devletler bugün bu sistemin koruyucu sigortası işlevi görmektedir; böylece sistemin devamlılığı sağlanmaktadır.

Kapitalist sistem, medya ve sosyal medya yoluyla da ürettiği bireyi konformizmin sınırları içerisine hapsetmektedir. Teknolojinin bir şeyleri bizim yerimize yapıyor olması, birey, siyasi olarak pasifize edilmekte ve ortaya çıkan eylemler sistem tarafından tepki doğurmayı gerektirmeyen eylemler olarak görülmektedir. Olaylar karşısında sosyal medya üzerinden mesaj vermek bireysel tatmin sağlamaktadır. Birey farkında olmaksızın, hatta kabul ederek dar bir özel alana mahkum edilmektedir. Bunun izdüşümlerini Google’da açık bir biçimde görebilmekteyiz. Google internet kullanımını muazzam bir biçimde kişiselleştirmekte, kullanıcıya uygun sanal ortamlar yaratmaktadır. Bu da bireyi giderek daralan ve kişiye özel olan bir alana itmektedir. Bunlara ek olarak protest kültürün de giderek metalaşması durumuna şahit oluyoruz. Altkültürlere dair ürünlerin pop ögesi haline getirdiğini görüyor, bireyin tüketim kültürüne bağımlı kalarak devrimci olmaya çalıştığı bir süreçten geçiyoruz.

Bütün bir kapitalizm içerisinde belki de muhalifliğin üretilebileceği en önemli merkezler olan üniversiteler de bu hegemonyanın baskısından payına düşeni almaktadır. Giderek çıkarcı bir bilgi üretim merkezi haline gelen üniversitelerde, özellikle ekonomik kaynaklar vasıtasıyla, pragmatik değeri olmayan bilgiyi üreten akademisyenlerin çalışmaları kabul görmemekte, bu akademisyenlerin düşünce ortamları baskılanmaktadır. Günümüzde özellikle sosyal bilimlerde bu sıkıntılar çokça yaşanmaktadır. Ekonomik kaygılar öne sürülerek Avrupa’da pek çok ülkede sosyal bilimlere ayrılan ödenekler dramatik oranda düşürülmüştür. Japonya yakın zamanda üniversitelerde sosyal bilimler bölümlerinin kapatılması yönünde bir karar almıştır. Gerekçesi ise bu bölümlerin pratik bilgi üretmekten aciz oldukları ve ekonomik kaynakların daha verimli işler için kullanılabileceğidir.

Kapitalizm bütün bir sistem olarak özel olana atfettiği değer ile kendi bireyini üretmekte,  siyasetin kendisini de-politize etmekte, küresel bir tüketim kültürünü dayatmaktadır. Özelleştirmenin pençesindeki bireyler belirli dönemlerde bir takım yüzeysel eleştirilerde bulunabilseler de, sistemin felsefesine yönelik eleştirilerin yaygınlaşması söz konusu değildir. Kapitalist demokrasi, bütün muhaliflerini bir şekilde tasfiye etmeye çalışmakta ve bu yönüyle de esasında otoriter bir rejim olduğunu dışavurmaktadır. Bütün bunları söyledikten sonra belirtmek gerekir ki, yazının amacı mevcut kapitalist sisteme alternatif bir model ortaya koymak değildir. Fakat Curtis’in de kitabını bitirdiği şekilde bitirirsek, uyuşmazlık, heterojenlik ve farklılık bilincimizi yükseltmemiz, adalet arayışından doğan sorumluluklarımıza odaklanmamız, araştırma ve öğrenim alanında polemikçi hakikat etrafında merkezsizleşmemiz gerekir (s. 245).

Kaynakça

Curtis, Neal (2015).  İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi (Mehmet Ratip, Çev.) İletişim Yayınları. İstanbul.

___
25.12.2015 tarihinde Ukba Dergisi'nde yayınlanmıştır. Orijinal link: http://ukbadergisi.com/2015/12/kapitalist-demokrasi-ve-dogmatik-bireyselcilik/

11 Aralık 2015 Cuma

BEŞ ŞEHİR ÜZERİNE NOTLAR

Henüz liseye yeni başlamışken -büyük adam olmanın verdiği heyecandan olsa gerek- ciddi biçimde kitap okumaya karar vermiş ve işe babamdan birkaç kitap göndermesini isteyerek başlamıştım. İlk okuduğum kitap yine babamın Kayseri’ye doğru yola çıkarken bana verdiği Gogol’un Ölü Canlar'ı idi. Bu kitabı okuyup bitirdikten sonra ulaşan beş kitabın arasında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i de vardı. Ufak bir giriş denemesinden sonra nedense kitabı bir kenara bıraktım ve dört gün öncesine kadar da tekrar okuma girişiminde bulunmadım. Şimdi düşündüğüm zaman bir yandan bana göre şaheser olan bu kitabı şimdiye kadar okumamış olmanın üzüntüsünü duyuyor, bir yandan da daha önce –mesela lise sıralarındayken- okusaydım şu anda aldığım hazzı alamayacağımı düşünerek mutlu oluyorum.
***

Her insanın; İstanbul’un fethini öğretmeninden henüz dinlemiş bir çocuğun, en güzel beyitlerin geceye nakşedildiği boğaz bahçelerini bir müellifin derin anlatımından okuyan bir gencin ve ömrünün son demlerini yaşamakta iken farklı duyguların tesiri altında asr-ı saadeti düşleyen bir ihtiyarın yolu geçmişin dar sokaklarından geçer. Woody Allen’ın yazıp yönettiği “Paris’te Gece Yarısı” (Midnight in Paris) filmini ilk defa izlediğimde –biraz da o günkü beklentilerimden dolayı olsa gerek- pek bir şey canlanmamıştı zihnimde ve ruhumda. Filmi ikinci defa izlediğim zaman, geçmişe duyulan özlem ve mümkün olsa dönebilme fikrinin son derece başarılı bir biçimde işlendiğini idrak etmiştim. Bundan sonra benim zihnimde geçmişe yolculuğun şablonu bu filmde anlatıldığı gibi oldu.
***

İstanbul sokaklarını arşınlarken nasıl bugünü aşmak isteyen bir görme eylemine girişiyorsa gözlerim, Ahmet Hamdi’nin gözleri de öyle görmek çabası içinde; bu Beş Şehir’de aşikâr. Eğer Woody Allen’ın filmi “İstanbul’da Gece Yarısı” olsaydı ve ben bu filmin başrol oyuncusu olsaydım Ahmet Hamdi ve Yahya Kemal’in yanına, Şehzadebaşı’ndaki İkbal çay evine giderdim. Onların gözünden görmek isterdim bilhassa İstanbul’u. Kim bilir, belki de onlarla beraber, Ahmet Hamdi’nin derin bir muhabbetle anlattığı daha geçmiş İstanbul’a giderdim. Sinan’ın, Birinci Ahmed’in, Dördüncü Murad’ın, Nedim’in, Dede Efendi’nin İstanbul’una gider, maviye bezenmiş kubbeler altında secde eder, hoyrat kahvehanelerde yeniçeri mirası külhanbeylerinden cenk hikayeleri dinler, Boğaz’ın serinliğinde servi bahçelerinde beyitler dinler, insanın ruhuna en tarifsiz biçimde dokunan neyin, kudümün ve tanburun sesiyle kendimden geçerdim. Yolumuz tam olarak neresine düşerdi o çok eski İstanbul’un bilinmez ama ben şurada anlatılan Müslüman İstanbul’a gitmek isterdim:

“ Eski İstanbul bir terkipti. Bu terkip küçük büyük, mânalı mânasız, eski yeni, yerli yabancı, güzel çirkin –hattâ bugün için bayağı- bir yığın unsurun birbiriyle kaynaşmasından doğmuştu. Bu terkibin arkasında Müslümanlık ve imparatorluk müessesi, bu iki mihveri de kendi zanaatlerinin çarkından döndüren bir iktisadî şartlar bütünü  vardı. Bu terkip iki asırdan beri büyük mânasında, hemen her sahada müstahsil olmaktan çıkmış bir içtimaî manzumenin malıydı. Bu itibarla gerçekte fakir, fakat zevkle değilse bile inanılarak yaşandığı için halis ve ayrı, büyük bir mazi mirasının son parçalarını dağıtarak geçindiği için dışarıdan gösterişli, bütün bir görenekler zincirene dayandığı için de zengindi. Hususî bir yaşayış şekli, bütün hayata istikamet veren ve her dokunduğunu rahmanîleştiren dinî bir kisve bu terkibin mucizesini yapıyordu. Gümrükten geçen her şey Müslümanlaşıyordu. Kazaskerin sırtında İngiliz sofu, hanımının sırtında Lyon kumaşından çarşaf, üst tarafına asılmış Yesarîzâde yazması yüzünden Fransız üslûbu konsol, Bohemya işi lamba hep Müslümandı. İngiltere’den dün gelmiş rokoko saat, melez döşenmiş aynalı, saksılı, Louis XV. üslûplu otoman ve markizetli yahut patiska minderli odaya girer girmez çok Müslüman bir zamanı saymağa başladığı için derhal Müslümanlaşır, kuvvetli ilâhiyat tahsili yüzünden az zamanda ulema kisvesi taşımağa hak kazanan bir mühtedi yahut hiç olmazsa Keçecizade İzzet Molla’nın meclisinde Kur’an ve Hadîs bilgisiyle asıl Müslümanları susturan Hançerli Bey gibi bir şey olurdu.” (ss. 125-126)
***

Beş Şehir başından sonuna kadar -ama özellikle de Bursa ve İstanbul’u okurken- bende hep geçmişe yolculuk özlemi uyandırdı. Ahmet Hamdi’nin hakikaten hayran kaldığım üslubu, en çıkmaza girdiğini düşündüğüm yerlerdeki kıvrak manevraları, ben olsam nasıl anlatırdım diye düşünürken hayalgücümün yetersiz kaldığı tasvirleri bu yolculuk özlemini her satırda daha fazla körükledi. Daha ilk sayfasından beri imrendiğim ustalık, eserin son üç sayfasında –yani İstanbulun on beşinci bölümünde- bir kez daha sarstı beni. “Bu dirilmesi imkânsız şeylerden” (s. 206) bahsederken ne aradığını soruyor Ahmet Hamdi ve bu kısa bölüme oldukça derin bir cevabı sığdırıyor: “Hayır, aradığım şeyler ne onlar, ne de zamanlardır. (s. 206)”

İçimizdeki özlemi dindirmek için geçmişe dönme arzusu aslında bizi tamamlayan geçmişe dair algılarımızı yıkacak tehlikeyi taşıyor. Bizim Sinan’ımız üzerinden geçen asırlarla, kendisinden sonra yetişen Sedefkâr Mehmed Ağa ile, Itrî ile, Neşatî ile, Sultan Abdulaziz ile bir bütün olarak Sinan. Bütün bu tecrübeyi bir kenara bırakıp Sultan Süleyman’ın İstanbul’una yapacağımız bir yolculukta “Bâkî tahmin edebileceğimizden daha çok çıplaktır. (s. 206)”
***

“Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? (s. 206)”
“Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. (s. 207)”
***

Kendi kendime sormadan edemiyorum: Bugün yazsaydı Beş Şehir’i?..

___
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Beş Şehir. Dergah Yayınları. 18. Baskı. İstanbul: 2004.

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...