Kapıyı güçlükle kapatıp
ellerini ovuşturarak içeri girdi Selâm Bey. Bu kış çetin geçeceğe benziyordu.
Baksanıza, rüzgâr alabildiğine hırçınlaşmış; ne yönden eseceği kestirilemez
hale gelmişti. Böyle giderse Pera’da hayat durma noktasına gelirdi çok
geçmeden. Zaten pek de iyi geçmemişti bu yıl. Oğlan tıbbiyeyi bitirmiş, kendi
muayenehanesini açmıştı. Kolay mıydı öyle bir anda muayenehane açmak? Karaköy
bankerlerinden borç para alıp vermişti oğlana. Üstüne kızın da düğünü vardı,
bir sürü masraf yapılacaktı. Damat iyi oğlandı iyi olmasına ama o da meteliğe
kurşun atıyordu. Bir akşam vakti ansızın çıkıp gelmişti kızı istemeye. İyi
saatlerine denk gelmişti Selâm Bey’in, cesareti hoşuna gitmiş, vermişti kızı.
Hem belli ki kızın da gönlü vardı bu delikanlıda. Kimi kimsesi yoktu, ama
dürüsttü. Çabuk kanı kaynadı Selâm Bey’in delikanlıya, yanında iş verdi. Yoldaş
oldular birbirlerine böylece. Karısı bu durumdan pek hoşnut değildi tabii.
Eskiden böyle değildi sanki Hürmet Hanım. Daha bir sevecendi, daha bir
anlayışlıydı. Varlık gözünü döndürmüş olsa gerek, daha bir tepeden bakar
olmuştu insanlara. Damada bu kadar iyi yaklaşılmasını anlamlandıramıyordu bir
türlü. Bu sabah kapı kapanırken arkasından baktı
karısının, yok yok, eskisi gibi değildi.
Bugün pek bir sessizdi Selâm
Bey, havasında olmadığı her halinden belliydi. Dalgın dalgın vitrinden dışarı
bakarken çatıda kopan gürültü ile kendine geldi. Yukarı doğru yöneldi, ağır
ağır çıktı ahşap merdivenleri, çatıya açılan dar bölmeden geçti. Hay aksi! Boş
kasalar, fıçılar devrilip dağılmıştı dört bir yana. Rüzgâr iyiden iyiye
artırmıştı şiddetini. Ağız dolusu sövmek geldi içinden Selâm Bey’in ya, Ramazan’ın
yüzü suyu hürmetine susmayı becerdi. Dindar bir adam değildi; Cuma’dan Cuma’ya
camiye gider, Ramazan orucunu tutardı. Bir de arada bir Sirkeci Garı’nın
yanındaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii’ne gider, avluyu süpürür, eksik
gedik ne varsa tamamlardı. Günahlarının kefareti olarak görürdü buraya gelip
gitmeyi. Küçük bir çocukken arkadaşları ile yolu buraya düşmüştü bir şekilde.
Süpürge saplarından yaptıkları hayali atlarla akın ederken Eminönü’nden
Sirkeci’ye kadar gelmişler, sonra da caminin şadırvanında atlarını
sulamışlardı. Sevinçleri çok sürmemişti. Az sonra kulağındaki ağrıyla ortalığı
birbirine katan çığlıklar attı Selâm Bey. Caminin müezzini usulca sokulmuş,
“suyu israf ettiniz bacaksızlar” diye söylenerekten kulaklarından yakalamıştı
Selâm Bey ve arkadaşı Mustafa’yı. Diğerleri kaçmıştı arkalarına bile bakmadan.
Müezzin İhsan Efendi tarafından çekip sürüklenirken içinden ne çok kızmıştı
Selâm Bey kaçan arkadaşlarına. Haindi hepsi, korkak adamlarla işi olmazdı. Bir
Mustafa vardı adam olan; hoş, o da kulaklarını kaptırmıştı da ondan
kaçamamıştı.
Böyle başlamıştı müezzin
İhsan Efendi ile tanışıklıkları. Kırklarına merdiven dayamış bu adam,
Arnavutluk taraflarından göçmüştü küçük bir çocukken. Sıbyan mektebini
bitirdikten sonra, caminin imamı okutmuştu bir süre. İmam sevmişti İhsan
Efendi’yi. Yanına aldı, yetiştirdi; öz evladından ayırmadı. On yedisindeydi
burada müezzinliğe başladığı zaman. Cemaat severdi İhsan Efendi’yi; ahlaklı,
dürüst, çalışkan bir adamdı. O günün evveli, gece uyuyamamıştı İhsan Efendi.
Arada olurdu böyle, midesine sancılar girer, sabahlar olmak bilmezdi. Öğle namazından
sonra bir ara içi geçmiş, avludaki hasırın üzerinde uyuyakalmıştı ki,
çocukların sesine uyandı. Sersemliği üzerinden atınca çocukların şadırvanın
başında suyu israf ettiklerini gördü. Doğruldu, usulca sokuldu yanlarına, iki
tanesini kulağından yakaladı. Selâm Bey ile arkadaşı Mustafa idi bunlar.
Tuttuğu gibi hasırın üzerine çekti çocukları. Oturun dercesine bir bakış
fırlattı, çocuklar korkudan kaçmayı akıl dahi edemediler. Bir süre sustu.
Bıyıklarını burarken o kalın sesiyle konuşmaya başladı sonra:
“Suyu israf etmeye
utanmıyor musunuz bre veletler? İmdi size şöyle iyisinden bir ceza vermeli ki aklınızı
başınıza devşirin.”
Çocuklar iyiden iyiye
tutuştular korkudan. Bir süre daha burdu bıyıklarını İhsan Efendi. Köşedeki
süpürgeler ilişti gözüne o ara. Doğruldu, eliyle kalkmalarını salık verdi.
“Şu çalı süpürgeleri
gördünüz mü? İşte cezanız. Bir hafta boyunca gelip avluyu süpüreceksiniz ikindi
namazından sonra. Hiç kaytarmaya çalışmayın! Gelir evinizden alırım sizi. Bir
de ana babanızdan dayak yediğinizle kalırsınız.”
Çaresiz süpürgelere
sarıldı iki çocuk. Kulakları acıdan kızarmıştı zaten, bir de babasından dayak yemeyi
göze alamazdı Selâm Bey; döverdi babası, ondan emindi. Böyle bir hafta geçirdi
camide Selâm Bey. Arkadaşı Mustafa ile gelip gitti aksatmadan, her ikindi vakti
süpürdüler avluyu. Bir haftanın sonunda İhsan Efendi çağırdı:
“Aferin, cezanızı hakkıyla
çektiniz. Bundan sonra serbestsiniz. De haydi!”
Selâm Bey sevmişti İhsan
Efendi’yi. O günden sonra da gelip gitti camiye. Dikkatle izlerdi onu; sesini,
kıraatini taklit etmeye çalışırdı. İhsan Efendi’nin de gözünden kaçmadı bu
ilgi. Bir ikindi vakti çağırdı Selâm Bey’i yanına, oturmasını işaret etti.
“Bak Selâm. Seninle bir
anlaşma yapalım. Eğer her gün gelip çalışacağına söz verirsen sana müezzinlik
yapmayı öğretirim. İster misin?”
Başını salladı Selâm Bey.
Heyecandan kalbi kütürdedi. Belli etmemeye çalıştı ama hemen belli olurdu
duyguları yüzünden.
“Öyleyse yarın sabahtan
gel. Öğle namazına kadar çalışırız. De haydi, git şimdi evine. Anan
meraklanmasın.”
Selâm Bey’in camiye
bağlanması böyle başladı. Gar’ın yanındaydı Kara Mustafa Paşa Camii; büyük bir
camii değildi. Cemaati değişkendi; yolcu taifesi gelirdi daha ziyade. Bir kere gördüğün
yüzü bir daha görememek normaldi bu camide. Bu küçük caminin yeri ayrıydı Selâm
Bey’de. İlk orucunu İhsan Efendi vesilesiyle tutmuştu, ilk müezzinliğini burada
yapmış, namaza burada başlamış, kıraatini burada düzeltmişti. İlk defa burada
itikâfa girmişti. Bir Ramazan arifesinde çağırıp, itikâftan bahsetmişti İhsan
Efendi. Heyecanla sorular sordu Selâm Bey, sonra o Ramazan’da itikâfa girmeye
karar verdi. İhsan Efendi’nin bu camiye müezzin olduğu yaştaydı. Evine vardı,
anasından helallik diledi, babasının mezarına uğrayıp bir Fatiha okudu, sonra
camide itikâfa girdi.
İlk geceyi Kur’an okuyarak
geçirdi. Sahur vakti olunca da diğerlerini kaldırdı. İhsan Efendi akşamdan
aldığı pideyi, peyniri, hurmayı çıkardı, tulumbadan çektiği suyu doldurdu
sahanlara. Beş kişiydiler, bu mütevazı sofradaki nimetleri atıştırdılar. İmsak
vakti girince İhsan Efendi doğruldu. Minarenin kapısına yöneldi, ezan okumanın zamanıydı
zira. Gecenin sessizliği sivri minarelerden yükselen ezan sesleri ile bozuldu.
Saba makamında okurdu gür sesli müezzinler ezanı. İhsan Efendi pek bir içli
okurdu sabah ezanını. Allah var, insanın içini hüzün ve sevinç karışımı bir
duygu kaplardı; hayranlıkla dinledi Selâm Bey. Ezandan sonra mukabele okundu,
sabah namazı kılındı iki safı bulan cemaatle.
Ramazan bu rutinle
geçiyordu. Sabah namazından sonra biraz uyur, uyanınca Kur’an okur, öğle
namazından sonra kaylûleye yatar, ikindi vakti avluyu süpürür, akşam iftar eder,
teravihi kılar, gece de tefekküre dalardı. Nasıl olduysa Ramazan’ın on beşinci
gecesi uyuyakaldı. Öğle ezanının sesine uyandı. Kendine gelmeye çalışırken fark
etti, İhsan Efendi değildi okuyan, imamın sesiydi bu. Doğruldu, şadırvana gidip
elini yüzünü yıkadı. Teneşirdeki tabuta ilişti gözü. “Hayır olsun, kim ola bu
mevta?” diye geçirdi içinden. Abdest almak için şadırvanda oturan ihtiyarlara
sordu. Aldığı cevapla şaşkına döndü, sendeledi bir an. Düşmeden tuttular.
“İhsan Efendi” sözü çınlıyordu kulağında. Nasıl olurdu? İhsan Efendi camide idi, İhsan Efendi ölemezdi, makul bir açıklaması olamazdı
bu durumun. Avludaki hasırın üzerine oturttular, teselli etmeye çalıştılar
Selâm Bey’i. Teselli etmeyi gerektirecek ne vardı ki? İhsan Efendi’nin öldüğünü
idrak edemiyordu çünkü. Neler diyordu bu ihtiyarlar, ne söylediklerinden
bihaber olmalıydılar.
Öğle namazını karma
karışık düşünceler içinde kıldı. Cenaze namazı için toplanınca millet, işin
ciddiyetini kavradı. İhsan Efendi için hep bir ağızdan helallik verdi cemaat.
Konuşamıyordu Selâm Bey. Helal olsundu tabii, helallik dilemelerine bile gerek
yoktu, ama dili tutulmuştu işte. Ağlıyor, ağladıkça gözleri kararıyor, eli kolu
tutmuyor, kendinden geçip yere yığılıyordu. Teskin etmek için çok çabaladı
cemaat. Akşama doğru kendine gelebildi, güçlükle uzattı elini, su istedi.
Birkaç yudum aldıktan sonra sorabildi, “Nasıl?” Gece vakti caminin gazyağı
bitmiş, İhsan Efendi de gar şefinin birkaç yüz metre ötedeki evine biraz gaz
yağı istemeye gitmişti. Rayların ötesindeki eve ulaşmak için adımını atmış,
öteden gelen trenin önünden geçmeye yeltenmişti ki ayağı takılıp düştü, başını raylara
çarpınca da bir daha kalkamamıştı. Makinist raylardaki karartıyı fark edince güçlükle
durdurmuştu treni. Derhal indi, fakat iş işten geçmiş, İhsan Efendi Hakk’ın
rahmetine kavuşmuştu. Neden öğle vakti uyandığını anladı Selâm Bey. İhsan
Efendi gidince kimse uyandırmamış, sabah ezanını da kimse okumamıştı.
Sabahleyin itikâftaki diğer insanlar da Selâm Bey’i orada unutup cenaze işleri
için koşuşturmuşlardı.
O gece camiden ayrıldı
Selâm Bey. Kulaklarında İhsan Efendi’nin o kalın sesi, gözlerinin önünde gitmek
bilmeyen gülüşü, bilinçsizce yürüdü Ortaköy taraflarına kadar. Sabah olunca
kendisini sahilde buldu. Sızmıştı burada, neler olduğunu hatırlayamayacak kadar
yorgundu. Evine doğru yollandı. Anasının dizine yattı, gözyaşlarını silecek
takati kalmamıştı. Günlerce kalkmadı sofadan, ağzına lokma vurmadı; sahursuz,
iftarsız niyetlendi. Babası vefat ettiğinde küçüktü daha, beş altı yaşındaydı.
İhsan Efendi babalık etmiş, elinden tutmuş, yoldaşı olmuştu. On yedi yaşındaydı
babası bellediği adam vefat ettiğinde. Babası bellediği adamın müezzinlik
yapmaya başladığı yaş, Selâm Bey’in camiden uzaklaştığı yaş oldu. Bir türlü
atamadı üzerinden o tuhaf ürpertiyi, gidemedi uzunca bir süre Kara Mustafa Paşa
Camii’ne, ta ki anası da bu dünyadan göçüp gidene kadar. Onu da oradan uğurladı
ebediyete.
Elli altı yaşındaydı Selâm
Bey; oğlu tıbbiyeyi bitirmiş, kızı evlenecek yaşa gelmiş, karısı Hürmet Hanım iyiden
iyiye katlanılmaz biri olup çıkıvermişti, kapalı alan
korkusu vardı hem. Dindar bir adam değildi; İhsan Efendi terki diyar
eyledikten sonra uzunca bir süre uzaklaştı dinden diyanetten. Bir süre şaraba
sardı, bir süre çıkmak bilmedi Galata’daki meyhanelerden. Karaköylü bankerlerden
faizle para almaya başlamıştı gerektiği zaman. Pera’da bir sahaf işletiyordu
şimdilerde. Arada bir gider Sirkeci Garı’nın yanındaki Merzifonlu Kara Mustafa
Paşa Camii’nin avlusunu süpürürdü, nedeni bilinmez. Günahlarına kefaret olsun
diyeydi belki, İhsan Efendi’nin hatırasından belki. İçeriden gelen sesle
kendine geldi; damadı aşağıdan kendisine sesleniyordu. Gözündeki yaşları
mendiliyle sildi, dar bölmeden geçip tozlu rafların arasına daldı. O gün İhsan
Efendi’nin vefatının seneyi devriyesiydi.
___
Bu öykü denemesini "öykü alıştırması" adlı atölye çalışması için yapmış bulunuyorum. Dileyenler bu kapsamda yazılmış başka öykülere linkten ulaşabilirler. Tekniğe, üsluba, içeriğe dair her türlü yorumun başımın üzerinde yeri vardır. Aşağıya iliştirirseniz memnun edersiniz.