26 Haziran 2015 Cuma

KEFARET

Kapıyı güçlükle kapatıp ellerini ovuşturarak içeri girdi Selâm Bey. Bu kış çetin geçeceğe benziyordu. Baksanıza, rüzgâr alabildiğine hırçınlaşmış; ne yönden eseceği kestirilemez hale gelmişti. Böyle giderse Pera’da hayat durma noktasına gelirdi çok geçmeden. Zaten pek de iyi geçmemişti bu yıl. Oğlan tıbbiyeyi bitirmiş, kendi muayenehanesini açmıştı. Kolay mıydı öyle bir anda muayenehane açmak? Karaköy bankerlerinden borç para alıp vermişti oğlana. Üstüne kızın da düğünü vardı, bir sürü masraf yapılacaktı. Damat iyi oğlandı iyi olmasına ama o da meteliğe kurşun atıyordu. Bir akşam vakti ansızın çıkıp gelmişti kızı istemeye. İyi saatlerine denk gelmişti Selâm Bey’in, cesareti hoşuna gitmiş, vermişti kızı. Hem belli ki kızın da gönlü vardı bu delikanlıda. Kimi kimsesi yoktu, ama dürüsttü. Çabuk kanı kaynadı Selâm Bey’in delikanlıya, yanında iş verdi. Yoldaş oldular birbirlerine böylece. Karısı bu durumdan pek hoşnut değildi tabii. Eskiden böyle değildi sanki Hürmet Hanım. Daha bir sevecendi, daha bir anlayışlıydı. Varlık gözünü döndürmüş olsa gerek, daha bir tepeden bakar olmuştu insanlara. Damada bu kadar iyi yaklaşılmasını anlamlandıramıyordu bir türlü. Bu sabah kapı kapanırken arkasından baktı karısının, yok yok, eskisi gibi değildi.

Bugün pek bir sessizdi Selâm Bey, havasında olmadığı her halinden belliydi. Dalgın dalgın vitrinden dışarı bakarken çatıda kopan gürültü ile kendine geldi. Yukarı doğru yöneldi, ağır ağır çıktı ahşap merdivenleri, çatıya açılan dar bölmeden geçti. Hay aksi! Boş kasalar, fıçılar devrilip dağılmıştı dört bir yana. Rüzgâr iyiden iyiye artırmıştı şiddetini. Ağız dolusu sövmek geldi içinden Selâm Bey’in ya, Ramazan’ın yüzü suyu hürmetine susmayı becerdi. Dindar bir adam değildi; Cuma’dan Cuma’ya camiye gider, Ramazan orucunu tutardı. Bir de arada bir Sirkeci Garı’nın yanındaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii’ne gider, avluyu süpürür, eksik gedik ne varsa tamamlardı. Günahlarının kefareti olarak görürdü buraya gelip gitmeyi. Küçük bir çocukken arkadaşları ile yolu buraya düşmüştü bir şekilde. Süpürge saplarından yaptıkları hayali atlarla akın ederken Eminönü’nden Sirkeci’ye kadar gelmişler, sonra da caminin şadırvanında atlarını sulamışlardı. Sevinçleri çok sürmemişti. Az sonra kulağındaki ağrıyla ortalığı birbirine katan çığlıklar attı Selâm Bey. Caminin müezzini usulca sokulmuş, “suyu israf ettiniz bacaksızlar” diye söylenerekten kulaklarından yakalamıştı Selâm Bey ve arkadaşı Mustafa’yı. Diğerleri kaçmıştı arkalarına bile bakmadan. Müezzin İhsan Efendi tarafından çekip sürüklenirken içinden ne çok kızmıştı Selâm Bey kaçan arkadaşlarına. Haindi hepsi, korkak adamlarla işi olmazdı. Bir Mustafa vardı adam olan; hoş, o da kulaklarını kaptırmıştı da ondan kaçamamıştı.

Böyle başlamıştı müezzin İhsan Efendi ile tanışıklıkları. Kırklarına merdiven dayamış bu adam, Arnavutluk taraflarından göçmüştü küçük bir çocukken. Sıbyan mektebini bitirdikten sonra, caminin imamı okutmuştu bir süre. İmam sevmişti İhsan Efendi’yi. Yanına aldı, yetiştirdi; öz evladından ayırmadı. On yedisindeydi burada müezzinliğe başladığı zaman. Cemaat severdi İhsan Efendi’yi; ahlaklı, dürüst, çalışkan bir adamdı. O günün evveli, gece uyuyamamıştı İhsan Efendi. Arada olurdu böyle, midesine sancılar girer, sabahlar olmak bilmezdi. Öğle namazından sonra bir ara içi geçmiş, avludaki hasırın üzerinde uyuyakalmıştı ki, çocukların sesine uyandı. Sersemliği üzerinden atınca çocukların şadırvanın başında suyu israf ettiklerini gördü. Doğruldu, usulca sokuldu yanlarına, iki tanesini kulağından yakaladı. Selâm Bey ile arkadaşı Mustafa idi bunlar. Tuttuğu gibi hasırın üzerine çekti çocukları. Oturun dercesine bir bakış fırlattı, çocuklar korkudan kaçmayı akıl dahi edemediler. Bir süre sustu. Bıyıklarını burarken o kalın sesiyle konuşmaya başladı sonra:

“Suyu israf etmeye utanmıyor musunuz bre veletler? İmdi size şöyle iyisinden bir ceza vermeli ki aklınızı başınıza devşirin.”

Çocuklar iyiden iyiye tutuştular korkudan. Bir süre daha burdu bıyıklarını İhsan Efendi. Köşedeki süpürgeler ilişti gözüne o ara. Doğruldu, eliyle kalkmalarını salık verdi.

“Şu çalı süpürgeleri gördünüz mü? İşte cezanız. Bir hafta boyunca gelip avluyu süpüreceksiniz ikindi namazından sonra. Hiç kaytarmaya çalışmayın! Gelir evinizden alırım sizi. Bir de ana babanızdan dayak yediğinizle kalırsınız.”

Çaresiz süpürgelere sarıldı iki çocuk. Kulakları acıdan kızarmıştı zaten, bir de babasından dayak yemeyi göze alamazdı Selâm Bey; döverdi babası, ondan emindi. Böyle bir hafta geçirdi camide Selâm Bey. Arkadaşı Mustafa ile gelip gitti aksatmadan, her ikindi vakti süpürdüler avluyu. Bir haftanın sonunda İhsan Efendi çağırdı:

“Aferin, cezanızı hakkıyla çektiniz. Bundan sonra serbestsiniz. De haydi!”

Selâm Bey sevmişti İhsan Efendi’yi. O günden sonra da gelip gitti camiye. Dikkatle izlerdi onu; sesini, kıraatini taklit etmeye çalışırdı. İhsan Efendi’nin de gözünden kaçmadı bu ilgi. Bir ikindi vakti çağırdı Selâm Bey’i yanına, oturmasını işaret etti.

“Bak Selâm. Seninle bir anlaşma yapalım. Eğer her gün gelip çalışacağına söz verirsen sana müezzinlik yapmayı öğretirim. İster misin?”

Başını salladı Selâm Bey. Heyecandan kalbi kütürdedi. Belli etmemeye çalıştı ama hemen belli olurdu duyguları yüzünden.

“Öyleyse yarın sabahtan gel. Öğle namazına kadar çalışırız. De haydi, git şimdi evine. Anan meraklanmasın.”

Selâm Bey’in camiye bağlanması böyle başladı. Gar’ın yanındaydı Kara Mustafa Paşa Camii; büyük bir camii değildi. Cemaati değişkendi; yolcu taifesi gelirdi daha ziyade. Bir kere gördüğün yüzü bir daha görememek normaldi bu camide. Bu küçük caminin yeri ayrıydı Selâm Bey’de. İlk orucunu İhsan Efendi vesilesiyle tutmuştu, ilk müezzinliğini burada yapmış, namaza burada başlamış, kıraatini burada düzeltmişti. İlk defa burada itikâfa girmişti. Bir Ramazan arifesinde çağırıp, itikâftan bahsetmişti İhsan Efendi. Heyecanla sorular sordu Selâm Bey, sonra o Ramazan’da itikâfa girmeye karar verdi. İhsan Efendi’nin bu camiye müezzin olduğu yaştaydı. Evine vardı, anasından helallik diledi, babasının mezarına uğrayıp bir Fatiha okudu, sonra camide itikâfa girdi.

İlk geceyi Kur’an okuyarak geçirdi. Sahur vakti olunca da diğerlerini kaldırdı. İhsan Efendi akşamdan aldığı pideyi, peyniri, hurmayı çıkardı, tulumbadan çektiği suyu doldurdu sahanlara. Beş kişiydiler, bu mütevazı sofradaki nimetleri atıştırdılar. İmsak vakti girince İhsan Efendi doğruldu. Minarenin kapısına yöneldi, ezan okumanın zamanıydı zira. Gecenin sessizliği sivri minarelerden yükselen ezan sesleri ile bozuldu. Saba makamında okurdu gür sesli müezzinler ezanı. İhsan Efendi pek bir içli okurdu sabah ezanını. Allah var, insanın içini hüzün ve sevinç karışımı bir duygu kaplardı; hayranlıkla dinledi Selâm Bey. Ezandan sonra mukabele okundu, sabah namazı kılındı iki safı bulan cemaatle.

Ramazan bu rutinle geçiyordu. Sabah namazından sonra biraz uyur, uyanınca Kur’an okur, öğle namazından sonra kaylûleye yatar, ikindi vakti avluyu süpürür, akşam iftar eder, teravihi kılar, gece de tefekküre dalardı. Nasıl olduysa Ramazan’ın on beşinci gecesi uyuyakaldı. Öğle ezanının sesine uyandı. Kendine gelmeye çalışırken fark etti, İhsan Efendi değildi okuyan, imamın sesiydi bu. Doğruldu, şadırvana gidip elini yüzünü yıkadı. Teneşirdeki tabuta ilişti gözü. “Hayır olsun, kim ola bu mevta?” diye geçirdi içinden. Abdest almak için şadırvanda oturan ihtiyarlara sordu. Aldığı cevapla şaşkına döndü, sendeledi bir an. Düşmeden tuttular. “İhsan Efendi” sözü çınlıyordu kulağında. Nasıl olurdu? İhsan Efendi camide idi, İhsan Efendi ölemezdi, makul bir açıklaması olamazdı bu durumun. Avludaki hasırın üzerine oturttular, teselli etmeye çalıştılar Selâm Bey’i. Teselli etmeyi gerektirecek ne vardı ki? İhsan Efendi’nin öldüğünü idrak edemiyordu çünkü. Neler diyordu bu ihtiyarlar, ne söylediklerinden bihaber olmalıydılar.

Öğle namazını karma karışık düşünceler içinde kıldı. Cenaze namazı için toplanınca millet, işin ciddiyetini kavradı. İhsan Efendi için hep bir ağızdan helallik verdi cemaat. Konuşamıyordu Selâm Bey. Helal olsundu tabii, helallik dilemelerine bile gerek yoktu, ama dili tutulmuştu işte. Ağlıyor, ağladıkça gözleri kararıyor, eli kolu tutmuyor, kendinden geçip yere yığılıyordu. Teskin etmek için çok çabaladı cemaat. Akşama doğru kendine gelebildi, güçlükle uzattı elini, su istedi. Birkaç yudum aldıktan sonra sorabildi, “Nasıl?” Gece vakti caminin gazyağı bitmiş, İhsan Efendi de gar şefinin birkaç yüz metre ötedeki evine biraz gaz yağı istemeye gitmişti. Rayların ötesindeki eve ulaşmak için adımını atmış, öteden gelen trenin önünden geçmeye yeltenmişti ki ayağı takılıp düştü, başını raylara çarpınca da bir daha kalkamamıştı. Makinist raylardaki karartıyı fark edince güçlükle durdurmuştu treni. Derhal indi, fakat iş işten geçmiş, İhsan Efendi Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Neden öğle vakti uyandığını anladı Selâm Bey. İhsan Efendi gidince kimse uyandırmamış, sabah ezanını da kimse okumamıştı. Sabahleyin itikâftaki diğer insanlar da Selâm Bey’i orada unutup cenaze işleri için koşuşturmuşlardı.

O gece camiden ayrıldı Selâm Bey. Kulaklarında İhsan Efendi’nin o kalın sesi, gözlerinin önünde gitmek bilmeyen gülüşü, bilinçsizce yürüdü Ortaköy taraflarına kadar. Sabah olunca kendisini sahilde buldu. Sızmıştı burada, neler olduğunu hatırlayamayacak kadar yorgundu. Evine doğru yollandı. Anasının dizine yattı, gözyaşlarını silecek takati kalmamıştı. Günlerce kalkmadı sofadan, ağzına lokma vurmadı; sahursuz, iftarsız niyetlendi. Babası vefat ettiğinde küçüktü daha, beş altı yaşındaydı. İhsan Efendi babalık etmiş, elinden tutmuş, yoldaşı olmuştu. On yedi yaşındaydı babası bellediği adam vefat ettiğinde. Babası bellediği adamın müezzinlik yapmaya başladığı yaş, Selâm Bey’in camiden uzaklaştığı yaş oldu. Bir türlü atamadı üzerinden o tuhaf ürpertiyi, gidemedi uzunca bir süre Kara Mustafa Paşa Camii’ne, ta ki anası da bu dünyadan göçüp gidene kadar. Onu da oradan uğurladı ebediyete.

Elli altı yaşındaydı Selâm Bey; oğlu tıbbiyeyi bitirmiş, kızı evlenecek yaşa gelmiş, karısı Hürmet Hanım iyiden iyiye katlanılmaz biri olup çıkıvermişti, kapalı alan korkusu vardı hem. Dindar bir adam değildi; İhsan Efendi terki diyar eyledikten sonra uzunca bir süre uzaklaştı dinden diyanetten. Bir süre şaraba sardı, bir süre çıkmak bilmedi Galata’daki meyhanelerden. Karaköylü bankerlerden faizle para almaya başlamıştı gerektiği zaman. Pera’da bir sahaf işletiyordu şimdilerde. Arada bir gider Sirkeci Garı’nın yanındaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii’nin avlusunu süpürürdü, nedeni bilinmez. Günahlarına kefaret olsun diyeydi belki, İhsan Efendi’nin hatırasından belki. İçeriden gelen sesle kendine geldi; damadı aşağıdan kendisine sesleniyordu. Gözündeki yaşları mendiliyle sildi, dar bölmeden geçip tozlu rafların arasına daldı. O gün İhsan Efendi’nin vefatının seneyi devriyesiydi.

___
Bu öykü denemesini "öykü alıştırması" adlı atölye çalışması için yapmış bulunuyorum. Dileyenler bu kapsamda yazılmış başka öykülere linkten ulaşabilirler. Tekniğe, üsluba, içeriğe dair her türlü yorumun başımın üzerinde yeri vardır. Aşağıya iliştirirseniz memnun edersiniz.  

24 Haziran 2015 Çarşamba

VEYSEL KARANİ AŞI, ARABAŞI

Es-Selâm.

Ramazan'ınız mübarek olsun. Rabbim hakkıyla daha nicelerini yaşamayı nasip eylesin. 

Yerel gurmeliğimi yazılarımla taçlandırıp, bloğumda yemek kültürüne de yer vereceğimi daha önce söylemiştim. Bu minvalde yazdığım ilk yazı olan “Trileçenin Kısa Tarihi” beni yanıltmayıp iyi bir okunma oranına ulaştı. Yorumlar da oldukça olumluydu. Bu ilgi beni sevindirdi ve devamını getirmeye karar verdim. Bir okuyucumun (ki kendisi beni kırmayıp yazıyı yayımlamadan önce okudu ve eleştirileri ile bu hale gelmesine katkı sundu) önerisi üzerine bu kez İç Anadolu mutfağına giriş yapıyorum. Yazımızın konusu pek çok ilin sahiplendiği, bölgede yöresel çatışmaların kaynağı niteliğindeki “arabaşı”.

Arabaşı en basit ifadeyle çorba ve hamur olmak üzere iki temel bileşenden oluşan bir yemek. Ayrıntılı tarifi yazının sonunda vereceğim; malum, trileçenin tarifini vermedim diye kızan okuyucular oldu geçen defa. Kayseri ve Yozgat’ta iyi bilinen arabaşı, Konya, Karaman, Sivas, Ankara, Nevşehir, Aksaray, Kırıkkale, Eskişehir gibi İç Anadolu şehirlerinin yanı sıra Afyon, Denizli, Muğla, Mersin gibi Ege ve Akdeniz şehirlerinde de tüketilen bir yemek. Kayseri ve Yozgat arasında tabii ki bir mücadelenin de sebebi. Ancak bu mücadele 2012 yılında Yozgat lehine sonuçlandı, çünkü Yozgat arabaşını Türk Patent Enstitüsü’nde tescilledi.

Kendim arabaşı hiç yiyemedim, bu konuda maalesef çok şanssızım. Ama muhabbetinin yapıldığı ortamlarda çok bulundum. Madem yiyemedim, bari nedir ne değildir diye arabaşının kökenlerine dair ufak çaplı bir araştırma yapayım dedim. Lakin işin içine girince ufak çaplı bir araştırma ile bir yere varamayacağımı anladım. Bu şekilde olabildiğince fazla kaynağa ulaşarak işin derinine inmeye karar verdim. Dönemin Yozgat Belediye Başkanı Yusuf Başer’in arabaşının tescili üzerine verdiği davetteki konuşması araştırmamın çıkış noktası oldu. Başer burada arabaşını Veysel Karani’ye dayandırıyordu. Rivayet odur ki, dişleri olmayan Veysel Karani’nin annesi rahatlıkla yiyebilsin diye arabaşı pişirir. Bundan sonra da halk arasında yaygınlaşan arabaşı varlığını günümüze kadar sürdürür.

Veysel Karani, daha doğrusu Üveys-i Karnî, İslâm tarihinde önemli zatlardan birisidir malum. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’nin saflarında savaşırken şehid olduğu bilinmektedir. Yemen’in Karn köyünden olan Karani, Hz. Muhammed (sav) ile aynı dönemde yaşamış, fakat kendisini görememiştir. Hakkında bazı hadisler rivayet edilmiştir. Gelgelelim esas mevzuya. Rivayet edilir ki, Uhud Savaşı’nda Hz. Peygamberin dişlerinin kırıldığını duyunca iki dişini söker. Sonrasında doğru dişleri söküp sökemediğinden emin olamadığı için bütün dişlerini söker. Ferîdüddin-i Attar, Tezkiretü’l-Evliya adlı eserinin Karani’ye ayırdığı bölümünde bu rivayete yer vermektedir (ilgilenenler Mehmed Zahid Kotku’nun çevirisi için şuraya bakabilirler).

İşin bu boyutuyla ilgili kaynak bulabiliyoruz, fakat gerisi sözlü kültüre dayanan bir rivayet. Yani Veysel Karani arabaşı yer miydi, yemez miydi kesin olarak bilmek mümkün değil. Veysel Karani’nin Anadolu İslâm kültüründeki yerini ve hakkındaki rivayetlerdeki bilgi kirliliğini de hesaba katınca kesin yargılara varmanın zor olduğu malum oluyor. Şu aşamada yerel kültürde böyle bir anlatı olduğunu bilmemiz yeterlidir diye düşünüyorum. Ben her halükarda hem müstakil olarak hem de Veysel Karani üzerinden arabaşını Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde de aradım, lakin burada kayda geçen bir bilgi yok. Malumunuz olduğu üzere Seyahatname'de Veysel Karani'den farklı yerlerde bahsediliyor, ilgilenenler şu makaleye göz atabilirler.

Arabaşı yukarıda saydığımız yörelerde soğuk kış gecelerinin vazgeçilmezi. İnsana resmen can veren bir yemek olduğu söyleniyor. “Hele bir yiyin, gripmiş, nezleymiş vız gelir tırıs gider” diyorlar. Adına bakıp da yanılmayın, arabaşı bir Arap yemeği değil; Türkmen mutfağından. Türkmen nüfusun yoğun olduğu yerlerde yaygın olması da bu yüzden olsa gerek. Ekşi Sözlük’te okuduğum bir yoruma göre (ki bu yorumu sephrenia adlı kullanıcı yazmış) yemeğin adı esasen “ara aşı” imiş. Zaman içerisinde araya “b” harfi girmiş ve arabaşı haline gelmiş. Neden mi ara aşı? Çünkü bu yemek aslında akşam yemeği ile yatma vakti arasında yenirmiş. Bilemiyorum tabii, ben de sephrenia’nın yalancısıyım.

Çorbası doğal ortamda yemlenmiş hindi, tavuk, horoz, kaz veya tavşan gibi hayvanların etinden yapılır. Eski zamanlarda tavşan ve kanatlı av hayvanlarından yapılırmış. Şu günlerde maalesef her yerde olduğu gibi hormonlu tavuk ile sınırlanmış durumda. Millet de haklı, nereden bulsunlar köy tavuğunu? Yemeği standart bir çorbadan ayıran özellik ise yanında hamurunun da pişiriliyor olması. Yani bu çorbayı ekmekle yemiyorsunuz. Yumuşak, kızarmamış bir hamur pişiriliyor; sonra bu hamur bir tepsiye dökülüp, soğutulup, dilimleniyor. Soğuk hamuru elinize alıp, çorbaya batırıyorsunuz. Sonra da mideye indiriyorsunuz. Koyu muhallebi kıvamındaki bu soğuk hamuru parçalamadan, düşürmeden çorbaya batırıp yiyebilmek işin en önemli yanı ve ustalık istiyor. Şunu belirtmeden geçmeyelim: arabaşı hamurunu çiğnemeden yutuyorsunuz. Bu olaya “arabaşı yutmak” deniyor. Tabii gecenin bir yarısı hamur yutunca midenin hali nice olur, kilonuz kaça fırlar bilemiyorum.

Lafı daha fazla uzatmadan sizlere arabaşının 22 Ocak 2013 tarih ve 28536 sayılı resmi gazetede yayınlanan tarifini veriyorum. Buyurunuz:

Yozgat Arabaşı (12 Kişilik)
Hamuru

Malzemeler: 5 kilogram su, 650 gram un

5 litre suyun 3 litresi ateş üzerinde kaynatmaya bırakılır. Kalan 2 litre soğuk suya 650 gr un ilave edilip mikserle çarpılarak bulamaç haline getirilir. Bulamaç haline getirilmiş hamur kaynamakta olan suya karıştırılarak boşaltılır. Oklava ile devamlı karıştırılarak hamur, mısır patlağı gibi patlamaya başlayınca 3-4 dakika daha kaynatılıp, suyla ıslatılmış sinilere dökülüp, siniler sallanarak eşit miktarda dağılması sağlanır ve soğumaya bırakılır. Hamurun kolay kesilmesi ve kalkması için muhakkak soğuması gerekmektedir. Soğumaya bırakılan hamur, ıslak bir bıçak ile baklava dilimleri şeklinde kesilir. Tepsinin ortası çorba kasesi sığacak şekilde açılır ve açılan yere çorba kasesi yerleştirilir. Kesilen hamurlar kaşık üzerine yerleştirilerek çorba ile birlikte çiğnemeden yutulur.

Çorbası

Malzemeler: Tavuk göğüs eti (Kaz ya da Hindi de olur), 5 kilogram su, 5 kaşık un (yağsız kavrulmuş un), 1 kaşık tuz, 2 kaşık domates salça, 1 kaşık pul biber, 1 kaşık kara biber, 150-200 gram tereyağı


Tavuk, kaz ya da hindinin tümü; üzeri geçecek seviyede su ve bir kaşık tuz ilave edilip haşlanır. Haşlanan göğüs eti ayrı bir kapta küçük küçük parçalanır. Ayrı bir tavada veya tabanı kalın, yayvan çelik bir tencere içerisinde un kavrulur. Ocak ısısı en düşük ısı konumuna ayarlanmalı ve un kavruluncaya kadar ayarı ile oynanmamalıdır. Un kaşık yardımı ile yavaş yavaş 30 dakika süre boyunca karıştırılarak kavrulmalıdır. Un rengi sarıya dönüp kokusu çıkana kadar kavrulmalı ve hafif hafif duman çıkarmaya başladığı anda ocak söndürülmelidir. Bu kavrulmuş una meyane denmektedir. Meyane soğuduktan sonra içine soğuk su ilave edilerek ayran kıvamına getirilir. Çorba yapılmak tereyağı ve kaşık domates salçası tencerede kavrulur. Bu aşamada pul biber ve karabiber ilave edilir. Sonrasında üzerine 4-5 su bardağı tavuk, kaz ya da hindi suyundan ilave edilerek kaynatılır. Kaynamaya başlayınca, suyla incelttiğimiz ve ayran kıvamında olan meyane azar azar çorbanın içine ilave edilir ve kaynadıktan sonra küçük küçük parçalanan etler ilave edilir ve 5-10 dakika daha kaynatılır. İçilirken isteğe bağlı olarak çorbaya limon suyu konabilir.

17 Haziran 2015 Çarşamba

IS IT NOT THE TIME TO REPLACE THE ELECTORAL SYSTEM?

Replacement of the electoral system has been among the popular political issues in Turkey from time to time. The last time when a possible replacement of the electoral system was on Turkey’s agenda was September 2013, when Recep Tayyip Erdogan was still Prime Minister. Erdogan announced a democratization package, which was arguably the most radical reform package in the last decade under the Justice and Development Party (AK Party). Among the main topics of the package, the electoral system was a significant one, yet there have not been any steps taken to change the current system. However, the result of the general elections on June 7 proves the current electoral system is not an efficient one. The system prevented the AK Party to form a government without a coalition despite having received around 41% of the votes, and the 10% electoral threshold is clearly an obstacle to democratic elections, as it is no longer meaningful with Peoples’ Democracy Party (HDP) passing it with over 13% of the votes. There is no certain proposed model, but looking at the electoral experiences of Turkey, a single-member district plurality electoral system would be the best electoral system contributing to the democratization of Turkey and solving the current possible government crisis.

The proposition of the ruling AK Party in the abovementioned democratization package included three options: creating 110 five-seat constituencies and a 5% threshold in each of these, creating 550 single-seat constituencies with no threshold, or retaining the existing system unchanged. The second proposal is the best option for a healthy political system. There would be 550 constituencies and each constituency would send a single member to the parliament. The nationwide threshold would vanish and the majority party in each constituency would take the seat. Countries such as the United States and the United Kingdom use a single member district plurality system.

The existing system in Turkey is a proportional representation system with a 10% nationwide threshold. According to this system, the 550 seats of the parliament are allocated in proportion to the percentage of votes the parties receive. A party has to win more than 10% of the votes nationwide in order to enter parliament. This was the main reason why, previously, the pro-Kurdish parties tried to enter parliament with independent candidates. The HDP decided to enter the last elections as a party instead of supporting independent candidates, and succeeded to enter parliament by collecting over 13% of the votes. The fact that the arguments of the major parties evolve around the electoral threshold and HDP passed it shows the threshold is no longer meaningful. HDP has developed a discourse against the threshold and achieved to pass it. There needs to be a reform to remove the threshold completely, or decrease it to a lower level. Turkey has the highest electoral threshold in the world, and quite apparently, it is not contributing to the democratization of the country.

Another significant negative aspect of the current electoral system is it generates a problem of representation. Since there is more than one seat in a constituency and the voters’ vote for the parties, people are not able to elect their member of parliament (MP) individually. The voters vote for a party, yet they do not have the opportunity to make a choice among the candidates of the party they vote. More importantly, the representative of residents of a constituency is not clear. Assume a constituency has ten seats; the people do not have the opportunity to have direct interaction with their MPs after the election, for there is not a single MP representing a district. The people have a direct representative in the single-member district plurality system because each constituency has only one MP. This increases the checks and balances on the actions of the MPs because each of them is responsible for a certain identifiable number of people. Moreover, since there is not a threshold in this system, all parties might have the opportunity to obtain seats in the parliament.

Transition to a single-member district plurality system most probably would influence the structure of Turkish politics. The Duverger Law, attributed to French sociologist Maurice Duverger, asserts a single-member district plurality system leads to a two-party system. Since only one candidate can win in a constituency, the opposition would concentrate in the second largest party. This means the elimination of other smaller parties. Either these parties establish alliances with the major opposition party, or the people simply do not vote for them because their chance of winning would be close to zero. Of course, this does not mean small parties would not have representation. If a minor party obtains the majority of the votes in a constituency, it would be represented. This natural transition to a two-party system is not necessarily something to be feared, for it increases the quality of the opposition. The opposition becomes more serious and competent in order to win the elections. Considering the problems with the opposition in Turkish politics, this would definitely be a worthy benefit for democracy and democratization in Turkey.


The single-member district plurality electoral system without a national threshold seems a good alternative to the existing proportional representation system. It would increase the representation of Turkish people by making each MP responsible for a certain constituency, therefore an identifiable group of people. It would force the opposition to produce a qualified alternative to the governing party and therefore force the governing party to make efforts to be even better; the quality of Turkish politics would increase. Increasing the representation and qualities of political parties would definitely contribute to the democratization of Turkey. Furthermore, changing the electoral system does not necessarily mean the norms of the parliament are going to stay the same. The number of seats needed to form a majority, for instance, could be altered. It is ironic for a party to gain 41% of the votes and not be able to form a majority. Let us look at the UK; the Conservatives formed the majority with 36.9% of the votes, even though there are a number of opposition parties who made it to the parliament. Is not it time to change the system?

___
17.06.2015 tarihinde şu adreste yayımlandı: http://www.turkeyagenda.com/is-it-not-the-time-to-replace-the-electoral-system-2539.html
Published in the following link on 17.06.2015: http://www.turkeyagenda.com/is-it-not-the-time-to-replace-the-electoral-system-2539.html

11 Haziran 2015 Perşembe

TRİLEÇENİN KISA TARİHİ

Uzunca bir süredir uğraş alanımı değiştirip, blog sayfamı yemek tariflerinin yer aldığı bir gurme mekanına mı çevirsem acaba diye kendi kendime soruyordum. Tahmin ediyorum bu şekilde daha fazla okuyucuya ulaşacağım. Tabii ki bu kadar işin gücün arasında böyle bir maceraya atılmayacağım. Lakin merakımı celbeden bir takım mevzulara dair araştırmalarımı da sizlerle paylaşmazsam ayıp olurdu. O yüzden bu yazıyla başlamaya karar verdim sevgili okuyucu. İlgi olursa devamını da getiririm belki. Herkesin siyaset bilimci olduğu güzel ülkemde mutfaktan konuşmak daha zevkli sanırım.

Gel gelelim esas mevzuya. Malumunuz olduğu üzere 2014-2015 sezonu İstanbul’da trileçe tatlısının patlama yaptığı dönem oldu. Anadolu'da pek de bilinmeyen bu lezzet İstanbul’da ciddi bir sektör oluşturdu. Öyle ki, sadece pastane ve kafelerde değil, bakkalından çiğ köftecisine kadar her yerde trileçe satılıyor İstanbul’da. Anlayacağınız iş çığırından çıkmış durumda. Bu yazının yazılma amacı size tatlı tarifi vermek değil. Aksine işin tarihi ve kültürel boyutuna şöyle bir göz atmak.

Benim trileçe ile tanışmam 2013 yılının bahar aylarına dayanıyor. Şehir Üniversitesi’nin Batı Kampüsü’nde Cafe More diye bir mekan var, bilenler bilir. Bir gün çayın yanında ne yesek diye düşünürken üç tepsi tatlı gördüm. Gurmelik var ya sormazsam olmazdı. Kasadaki abi de sağ olsun meraklı müşteriyi görünce “şöyle iyi tatlı, böyle güzel lezzet” deyince “ver madem bir porsiyon” demek durumunda kaldım. Hakikaten son derece hafif olan trileçeyle ilişkimiz o gün başladı ve istikrarlı bir şekilde sürüyor.

Tabii, trileçe denince İstanbul’da akla ilk gelen yer Fatih’teki Baltepe Pastanesi. Bu tatlıyı piyasa ilk sürenlerin buradaki ustalar olduğu söylenmekle beraber, uzunca bir süredir bu işi yaptıklarını doğruluyor çalışanlar. Sahipleri Balkan göçmeni Baltepe’nin. Sosyal bilimci olmanın gereği farklı ortamlara girince soru bombardımanına tutma gibi bir huyumuz var. Trileçe ile ilgili sorgulamalarım da böylece Baltepe’de başladı. İsmini hatırlayamadığım işin başındaki abinin dediğine göre bu tatlı sanıldığı gibi Balkanlar merkezli değilmiş. Oralarda da birkaç yıldır yaygın biçimde tüketiliyormuş ama mazisi yok bu tatlının. Abi laf arasında “bunun esas yeri Latin Amerika diyorlar ya, ben de bilmiyorum” deyince araştırmacı ruhum depreşti.

Önce mevzuyu bizim Ârif’e anlattım. O da iyi bir gurmedir ya, hemen “yok canım, olmaz öyle şey. Latin Amerika nire, trileçe nire?” dedi. Tabii ben ikna olur muyum? Açtım interneti. Detaylı araştırmalarım sonucunda trileçenin Amerika kıt'alarından geldiğine kanaat getirdim. İnanmazsınız, İspanyolca sitelere bile baktım. Biraz Google’dan yardım aldım, biraz İngilizce'mi konuşturdum, biraz İspanyolca bilenlere danıştım. Sonuç itibariyle aksini belgelerle ispatlayabilen birisi çıkana kadar şundan eminim: trileçe bir Balkan tatlısı değildir.

Efendim, dilerseniz önce tatlının İspanyolcasını telaffuz ederek başlayalım: torta de tres leches ya da pastel de tres leches. “Üç sütlü kek” anlamına geliyor. Güney, Orta ve Kuzey Amerika’da bilinen bir tatlı trileçe. Trileçenin ününe kavuşması ise büyük ölçüde kapitalizmle ilintili. Nestle İkinci Dünya Savaşı yıllarında Meksika’ya bir süt fabrikası açıyor. Bu dönemde üretilen süt kutularının üzerine de farklı tarifler konuluyor. Muhtemeldir ki trileçenin bu tarifler arasında bulunması içerdiği üç süt türünden kaynaklanıyor. Condensed milk (tam yağlı süt ve şeker karışımının %60 oranında buharlaştırılmasıyla elde edilen süt) ve evaporated milk (%60 oranında buharlaştırılarak yoğunlaştırılmış süt) Nestle’nin ürettiği sütlerden. Zaten Amerika kıtasındaki trileçede de bu sütler kullanılıyor. Bizdeki gibi keçi, inek ve manda sütü değil. Nestle’nin pazarlama stratejisi sayesinde trileçe Orta ve Güney Amerika’da hızla yaygınlaşıyor.

Tabii şunu sorabilirsiniz: “iyi de kardeşim, tarifi Nestle mi uydurdu diyorsun?” Hayır. Sütlü bir kek yapma fikri büyük ihtimalle Ortaçağ Avrupa mutfağı ile ilgili. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa ve Güney Amerika arasındaki kültürel etkileşimler sırasında bu tarz tatlıların Güney Amerika mutfağına girdiği anlaşılıyor. Benim anlayabildiğim kadarıyla Orta Avrupa mutfağından ciddi biçimde etkilenmiş Amerika mutfağı. M. M. Pack tarafından yazılmış bir makaleye rastladım internette. Bu arkadaşın sözlü tarih metoduyla ulaşıp konuştuğu eski toprak Meksikalı teyzeler on dokuzuncu yüzyılda Avrupa’dan gelen ve adına antes denilen bir tatlıdan bahsetmişler. Şaraba yatırılmış, üzeri süt kremasıyla kaplı bir tür kek antes. Bu tatlı zaman içerisinde dönüşüme uğrayıp bildiğimiz trileçe haline geliyor.

Yazıyı daha fazla uzatıp siz değerli okuyucularımı sıkmak istemiyorum. “Deli misin birader? Git de tezini yaz” diyenleriniz var, kulaklarım çınlamıyor değil. Lakin bunu araştırmazsam olmazdı. Madem ben biliyorum siz de bilin istedim. Her ne kadar bize Balkanlardan gelmiş olsa da, artık “Balkanlardan gelen lezzet trileçeyi denediniz mi?” ifadesini barındıran afişleri gördüğünü zaman gönül rahatlığıyla Balkanlara nereden geldiğini anlatabilir, pastanede arkadaşlarınıza hava atabilir, eşi dostu etkileyebilirsiniz.

İlgilenenler olursa aşağıya İngilizce ve İspanyolca bir takım kaynaklar bırakıyorum. İnanmayan kendi araştırsın.

Bir de Türkçe kaynak buldum bugün. Benden önce birileri yazmış bu konuyu, ama benimki daha iyi ve ayrıntılı bence.

Şimdilik bu kadar. Bir başka lezzette buluşuncaya dek, hoşça kalın.


DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...