18 Nisan 2017 Salı

SİVİL SATHI MÜDAFAA ETMEK

Yazıya bir klişe ile başlayalım: Ak Parti’nin iktidara gelmesi Türkiye’de siyasal ve toplumsal alanda önemli değişimlerin kapısını araladı. Bu cümlenin tezahürleri uçsuz bucaksız bir alana denk düşer. Türkiye Ak Parti iktidarı döneminde bu cümlenin altını dolduracak pek çok şeyi tecrübe etti, etmeye devam ediyor. Toplumun İslâmi kesiminin ya da muhafazakârların iktidar ile tanışması bu kesim için yeni bir maceranın başlangıcıydı. Bir başka klişe ile belirtmek gerekirse İslâmi kesimin iktidar ile imtihanına şahitlik ediyoruz. “İktidar ile imtihan olmak” tabirinin siyasetin alanına giren bütün olgulara temas etmesi ve Türkiye özelinde siyasi olanın anbean genişlemesi büyük bir tartışma zeminini bu tabirle müsemma kılmakta, bu tartışmaların her birine kısaca değinmek dahi bu yazının maksadını aşmaktadır. Bahsi geçen dönemde İslami camianın iktidar ile kurduğu ilişkinin sivil alana etkileri üzerine tefekkür etmenin önem arz ettiği kanısındayız.

Bu aşamada sivillikten/sivil alandan kastımızın ne olduğunu açıklamakta fayda var. Sivillik, bir iktidar otoritesi altında yaşamaya rağmen bu otoriteden bağımsız hareket edebilmek, iktidar ile ilişkilerini iktidarın belirli özelliklerinin bilincinde olarak sürdürebilmek ve bu bilinç dolayısıyla iktidarın davranışları ve iktidardan beklentileri dolayısıyla duygusal sarsıntılar ve ilkesel kayıplar yaşamamak anlamına gelmektedir. Bahsi geçen sivillik modern sivil toplumun sınırlarını aşan bir kavramdır, bir alanın sınırlarını çizmekle kalmaz, bir duruş beklentisi içine girer. Bu anlamda sivillik, maslahat gözetmek adına vicdan ve reel politik arasına sıkışıp kalmaktan kaçınmak, sivil olduğu halde otorite gibi düşünmemek, iktidarın etki alanına kendi bağımsızlığına halel getirmeyecek mesafede durmak, ilgili durumlarda iktidar ile arasına sınır çizebilmektir.

Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle devlet ve toplum karşılıklı bir dönüşme ve dönüştürme sürecinin içerisine girdi, devlet ve toplumun farklı kesimleri arasındaki ilişkiler –bütün eksikliklerine rağmen- normalleşti. Bu süreç İslâmi camianın devlet ile ilişkilerinin seyrinin doğal olarak daha olumlu bir yönde değişmesini sağladı. Özellikle düşünce özgürlüğü ve fırsat eşitliği gibi alanlarda müspet gelişmeler oldu. Bu değişim sürecinin yazının konusu açısından kayda değer iki etkisi vardır. Birincisi, İslami hassasiyetleri olan bir iktidar partisinin yönettiği devletin doğal olarak İslamileşmesi beklentisi ve algısı oluştu ve bu algı neticesinde bu camianın zaten sahip olduğu “devletçi” refleksler yeniden güçlendi. Otorite kavramının hayati önem taşıdığı bir coğrafyada İslami kesim ile barışan bir devletin el üstünde tutulmaması beklenemezdi. İkincisi de, İslami camia özelinde iktidar ve sivil alanın sınırları bulanıklaştı, Türk siyasi hayatında sivilliği tartışmalı olan sivil alan giderek daraldı. İktidar ve İslami camianın kurduğu bilinçli ve belki de kaçınılmaz mutualist ilişki sivil alanın sınırlarını buğulandırdı.

Bahsettiğimiz iki husus birbiriyle bağlantılı olarak sivil alanın iktidar alanına giderek yakınlaşmasına, bir anlamda iktidara bağımlı olmasına yol açtı. Türkiye gibi siyasallaşmanın yüksek düzeyde olduğu bir ülkede sivil alanın iktidar ile ilişkisinin eşitler arasındaki bir ilişkinin özelliklerine sahip olmasını beklemek gerçekçi olmasa gerek. Siyasetin hem reelde hem de algılar düzeyinde olağanüstülüklerden bir türlü yakasını kurtaramadığı, devletin ve iktidarın beka sorunlarının muhatabı olduğu bir ortamda iktidar ile ilişkisini sağlıklı kuramamış bir sivil toplumun siyasetin varlığına en ağır biçimde maruz kalması kaçınılmazdır. Böyle bir ortamda siyasal irade sivil alana da rakipsiz bir güç olarak nüfuz edebilmektedir. Hal böyle olunca “sivil aktörler” çoğu zaman kendi iradeleri ile iktidarın nüfuzunu güçlendirmekte, sivil kapasitelerini bağımlı kılmakta ve zayıflamaktadırlar. Bununla beraber iktidar ile anlaşmazlıkların baş gösterdiği durumlarda kendilerini koruma güdüsünün de etkisiyle bu güç dengesizliği altında ezilmekte, sivil bir duruş sergileyememektedirler.

O halde sivil aktörlerin iktidar ile nasıl bir ilişki kurması gerektiğini başlangıçta yaptığımız sivillik tanımını göz önünde bulundurarak düşünmeliyiz. Sivilliğin en önemli özelliği iktidar otoritesinden bağımsız hareket edebilme kabiliyetidir. Bu kabiliyet ve kapasiteye sahip olması iktidar ile kurduğu ilişkinin mahiyetine bağlıdır. İktidarın siyasal bir mevki olduğunun bilincinde olmak sivil toplumun davranışlarını belirlemesine iki düzeyde katkı sağlayacaktır. Birincisi, siyasal partiler doğası gereği girdikleri seçimleri kazanmayı amaçlarlar ve buna göre davranırlar. İkincisi, reel politiğin özellikle uluslararası arenada aktörlerin karar ve davranışlarını belirleyici bir faktör olduğu gerçeğidir. Bu iki kural bize iktidarın kararlarının/davranışlarının dönemsel olarak değişebileceği haberini verir. Bunun bilincinde olmak sivil toplumun iktidara yaklaşımında belirli sınırları korumasını sağlar ve iktidarın davranışları sonucunda ilkesel ve duygusal sarsılmalar geçirmesini önemli ölçüde azaltır. Duygusal sarsıntıların asgari düzeye indirilmesi iktidarın sınırlılıklarının bilincinde olarak, hakkaniyetten ödün vermeksizin bağımsız bir duruş sergilemeye yöneltirken, ilkesel anlamda bir duruşa sahip olmak da devletçi reflekslerden beri durarak hakkaniyet çerçevesinde sivilliğin dışa vurumunu sağlar.

İktidar ve sivillik gibi kapsamlı konuları bu denli kısa bir yazıda bütünüyle ele almak mümkün değil. Bizim buradaki amacımız konunun özellikle sivil toplumu ilgilendiren bir tarafını sınırlı çerçevede ele almaktan öteye geçmiyor. Türkiye’de İslami camianın iktidar ile kurduğu ilişki ve bu ilişki süresince ne ölçüde sivil kalabileceği meselesi iktidar ile imtihanın önemli bir kısmını teşkil ediyor düşüncesindeyiz. Buradan hareketle “Sivillik bizler için neden önemli?” sorusunu sormanın gerekliliğine inanıyoruz. İktidarı denetleme gibi bir görevimiz varsa -ki emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker ilkesince böyle bir görevimizin olduğu kanaatindeyiz- iktidar ile sağlıklı bir ilişki kurmamız gerekmektedir. İktidar ile sağlıklı ilişki kurabilmenin yolu bizce sivil sathı müdafaa etmekten geçmektedir. Sivil sathı müdafaa etmeyi başaramadığımız takdirde iktidarın davranışları üzerinde yönlendirici etkimizin olması güçleşecektir.

___


Bu yazı 01.04.2017 tarihinde Ukba Dergisi’nde yayımlanmıştır. http://ukbadergisi.com/2017/04/sivil-sathi-mudafaa-etmek/

2 Ocak 2017 Pazartesi

MEDENİYET Mİ? ÖYLEYSE İKTİSAT!

Modernleşme serüvenimizin seyri ve İslâm dünyasının sosyo-politik durumu medeniyet temalı tartışmaların haklı olarak gündemimize daha çok girmesini zorunlu kılmakta, Türkiye özelinde İslâmî kesimin devlet ve iktidar ile imtihanı süresince karşılaşılan durumlar kadim medeniyet sorunlarımıza referansla konu üzerine artan biçimde mesai harcamamıza vesile olmaktadır. Güncel gelişmelerden kronikleşen problemlerimize kadar pek çok meselenin medeniyet kavramı çerçevesinde farklı düzeylerde tartışılması, bu kavram etrafında bir farkındalık oluşması açısından önem arz etmektedir. Siyasetten ekonomiye, toplumsal olaylardan ilmi meselelere kadar pek çok mecra medeniyet tartışmalarının merkezinde bulunmakta ve siyasetçilerden ilim adamlarına kadar pek çok aktör bir medeniyet inşasının, daha doğrusu medeniyetin yeniden inşasının elzemliğinden dem vurmaktadır. Medeniyet tartışmalarının kamusallığından cesaret alarak ve kapitalizmin çok boyutlu yıpratmalarından hareketle medeniyet tasavvurlarımızın iktisâdî boyutuna dair bir sesli düşünme çabasına girişmenin anlamlı olacağı kanaatindeyim.

Lütfi Bergen yerlilik konusunu ele alan “İsyandan Dirliğe: Anadolu’da yerli Olmak” başlıklı makalesinde İslâm medeniyeti örneğinden yola çıkarak bir medeniyetin inşasında hedeflenmesi gereken üç amaçtan bahseder. Bir medeniyetin üç alana yönelik değişim iddiası taşıması gerekir. Medeniyet öncelikle ahlâk ve adalet noktasında yeni bir tavır ve inanış ortaya koyar. Bunu takiben ve buna binaen bir iktisâdî biçim geliştirir. Nihayet, buradan hareketle de bir millet inşa eder. İslâm medeniyeti bu üç hususta değişim iddiasına sahip olmuş ve bu değişimi başarmıştır. Müslümanlar vahyin ışığında Mekke toplumunun ahlâk ve adalet anlayışına karşı İslâm ahlâkını ve adaletini tesis etme çabası içerisinde olmuşlardır ve bunu Medine’de başarmışlardır. Akabinde Medine’de İslâm’ın emir ve yasaklarını gözeten, ticaretin kapitalist hırs yüklerinden kurtarıldığı bir İslâm pazarı kurulmuştur. Bu pazar ile Müslümanların hâlihazırda Medine’de bulunan Yahudi pazarının insafına bırakılmaması sağlanmış, ayrıca Mekke’deki kapitalist iktisâdî anlayışa bir alternatif sunulmuştur. Bu iktisâdî modelin uygulandığı Medine’de ümmetin nüvesi olan İslâm milleti vücuda gelmiş, böylece bir medeniyetin taşıması gereken üç iddia da yerine getirilmiştir.

Cengiz Kallek, Sosyal Servet: İslâm’da Yönetim-Piyasa İlişkisi başlıklı eserinde Medine’de kurulan müstakil pazarın üç temel özelliğinin altını çizer. Bunlardan ilki pazarın geniş ve açık bir alanda kurulmuş olmasıdır. Bu sayede pazar alanının genişlemesine, daha fazla tüccarın pazara girebilmesine zemin hazırlanmıştır. Ayrıca bu geniş alanda insanlar fiziki olarak sınırlandırılmamakta, rahat hareket edebilmekte, dolayısıyla alış veriş bir mücadele/rekabet alanına dönüşmemektedir. Pazarın ikinci özelliği tüccarlardan vergi alınmamasıdır. Bu şekilde fiyat artışının önüne geçilmiş, Müslümanların zorlanmadan mal alabilmeleri, Müslüman tüccarların geçimlerini sağlayabilmeleri ve pazarın diğer pazarlar ile rekabet edebilmesi sağlanmıştır. Üçüncü özellik, pazarda hiçbir tüccarın yerinin sabit olmamasıdır. Bu kural vesilesi ile pazar içerisinde belirli bölgelerin değerlenmesi ve buralardan rant elde edilmesi önlenmiştir. Ayrıca pazar alanına erken gelen tüccarın dilediği yere tezgâhını kurabilecek olması tüccarların tembelliğe düşmesini de engellemiştir.

İslâm’ın ilk döneminde ortaya konulan medeniyet tasavvuru iktisâdî düşünce, eylem ve sistemin bir medeniyetin en temel sacayakları arasında yer aldığını açıkça göstermektedir. Öyleyse, önemli soruyu soralım: bugünkü medeniyet tasavvurumuz nasıl bir iktisâdî sistem barındırıyor? İslâm, bizden harfi harfine belirlenmiş bir iktisat anlayışına uymamızı beklemiyor; belirli kurallar ile bir çerçeve çizme noktasında bize yol açıyor. Vahyin ışığında inşa ettiğimiz ahlâk ve adalet anlayışımızdan da hareketle kendi gerçekliklerimizi gözeten bir iktisâdî sistemimiz olabilir. Yukarıda anlattığımız iktisâdî sistem Medine’de kurulan İslâm devletine özgü olmakla birlikte bizim için bir model teşkil etmektedir. Tarihte farklı İslâm devletleri kendi gerçeklikleri doğrultusunda sistemler kurmuşlardır. Mesela tımar sistemini merkeze alan iktisâdî sistem Osmanlı medeniyetinin yapı taşlarındandır.

İslâm toplumlarının modernleşme serüvenlerinin Batı endeksli gelişimi belki de en açık biçimde iktisat alanında görülmektedir ve kesin olarak söyleyebiliriz ki Müslümanlar kapitalizm ile ciddi bir imtihan içerisindedirler. Sezai Karakoç, İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü eserinde İslâm toplumlarının ekonomik sistemlerinin batıdan menşeli olduklarını, bundan dolayı da bu sistemlerin İslâm dünyasına özgü toplumsal gerçekliklerden kopuk olduğunu belirtmektedir. Farkında olarak veya olmayarak -çoğu zaman da olmayarak- insanı değil de eşyayı ve iktisâdî gelişmeyi önceleyen kapitalizmin bizi tüketmesine müsaade ediyoruz. Sahip olduğumuz ahlâk-adalet anlayışının ya da bu anlayıştan geriye kalanın kapitalist iktisâdî zihin ile çatışmasına şehadet edebilmemiz, farkındalık sahibi olmamız, “İslâmî olmayan” bu iktisâdî modeller ile vicdanımız arasında sıkışıp kalmamızı engelleyebilecek çıkış yolu olabilir.

Daha fazla kazanmayı, bunun için daha fazla üretmeyi, ürettiğini tüketmeyi, satabilmek için çeşitli şekillerde sömürmeyi hedefleyen; bütün bunları yaparken şükür, kanaat, helal, güven, israf gibi bize ait olan kavramları yerle yeksan eden kapitalizm kazanmak ve kazanmak için tüketmek uğruna bizleri tüketmiyor mu? Geçimimizi sağlayabilmek için çalışıyor, kazandığımızı “üretilmiş” ihtiyaçlarımıza harcıyor, modayı ve teknolojiyi takip edebilmek üzere kendimizi paralıyor, alışveriş merkezlerinde zamanın nasıl geçtiğini dahi fark etmeden ömrümüzü tüketiyoruz. Marka takıntısı, alışveriş hastalığı, boş zaman, avm, kriz gibi kavramların hayatımızda kapladığı alana bakınca tüketirken tükendiğimizi fark etmiyor muyuz? Kapitalist akıl yalnızca iktisâdî anlamda kuşatmıyor bizleri, aynı zamanda bir siyasallar, sosyallikler, değerler bütünü dayatıyor. “Biz” kavramının karşısına kendisinden öylesine emin bir “ben” çıkarıyor ki, o “ben”in albenisine kapılıp yerliliğimizi parsel parsel kaybediyoruz. Kredi kartlarının sunduğu alım gücü ile geleceğimizi tüketiyor, boğazımıza kadar faize batıyor, kredi derecelendirme kuruluşları vasıtasıyla susturuluyoruz. Ne diyordu Henri See: “Kapitalizm, biçimlenmeye başladığı dönemden bu yana, bir yandan, bir ekonomik örgütlenme biçimi olarak modernlik sürecinin kurumsallaşmasına katkıda bulunmakta, bir diğer yandan da, kendi zihniyetini üreterek modern dünyadaki yaşam biçimlerinin kendi ilkeleri doğrultusunda kodlanmasını talep etmektedir.”

Tevhid, adalet ve ihsanı merkeze alarak, temeli İslâm tarihinde var olan iktisâdî aklı rehber edinip günün şartlarını ilkeler çerçevesinde gözeten, hayatımızı anlamsız tüketim döngüsünden çıkarıp yeniden anlamlı kılacak, bizleri tüketmeyecek bir iktisâdî sistem için çabalamak bir medeniyet tasavvurumuz var ise eğer ve bu tasavvuru hayata geçirebileceksek hayatidir. “Nasıl bir iktisat?” sorusuna cevap vermenin hayli güç olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmakla beraber “nasıl bir iktisat değil?” sorusuna cevap verebilmenin daha kolay olduğunu söylemek gerek. Daha kolay, çünkü günlük iktisâdî tecrübelerimizin farkında olmak bile pek çok cevap anlamına geliyor. Öyleyse kendimize şöyle bir bakmaya ne dersiniz?

Okuma Önerileri

Bergen, Lütfi (2010). “İsyandan Dirliğe: Anadolu’da Yerli Olmak”. Hece Dergisi Özel Sayı: Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik. Sayı 162/162/164. İstanbul: Hece Yayıncılık.

Curtis, Neal (2015). İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi (Mehmet Ratip, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.

Eğri, Taha, Oğuz Karasu, Necmettin Kızılkaya (2014). İslam İktisadını Yeniden Düşünmek. İstanbul: İgiad Yayınları.

Kallek, Cengiz (2015). Sosyal Servet: İslâm’da Yönetim-Piyasa İlişkisi. İstanbul: Klasik Yayınları.

Karakoç, Sezai (2012). İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü. 12. Baskı. İstanbul: Diriliş Yayınları.

Okumuş, Muhammed Yâsir (25 Aralık 2015). “Kapitalist Demokrasi ve Dogmatik Bireyselcilik”. Ukba Dergisi. http://ukbadergisi.com/2015/12/kapitalist-demokrasi-ve-dogmatik-bireyselcilik/.

See, Henri (2000). Modern Kapitalizmin Doğuşu (Turgut Erim, Çev.). İstanbul: Yöneliş Yayınları.

___

Bu yazı 01.01.2017 tarihinde Ukba Dergisi’nde yayımlanmıştır. http://ukbadergisi.com/2017/01/medeniyet-mi-oyleyse-iktisat/

DIŞ POLİTİKADA REALİST DÖNÜŞÜM

Arap Baharı, başlangıcından itibaren Türk dış politikasının temel meselelerinden biri oldu. Türkiye gerek Suriye ve Irak ile paylaştığı ...