Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 19 Aralık 2015 tarihinde düzenlediği
“2015’te Türk Dış Politikası” başlıklı panelde 2015 yılı içerisinde yaşanan
gelişmelerin Türk dış politikasına etkileri ele alındı. Başkanlığını Dışişleri
Bakanlığı Diplomasi Akademisi Başkanı Doç. Dr. Mesut Özcan’ın yaptığı programın
panelistleri, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü Öğretim Üyesi ve Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Doç.
Dr. Şaban Kardaş, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Emre Erşen ve Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset
Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gülnur Aybet’ti.
Panelin ilk konuşmacısı Şaban Kardaş, Ortadoğu’da son yıllarda değişen
bölgesel eğilimlere, bu değişim çerçevesinde Türk dış politikasının ana
meselelerine ve önündeki engellere değinen Kardaş, bölge ölçeğindeki yapısal
tektonik kaymaların yansıması sonucunda bölgede Türkiye’ye bakışın değiştiğini
belirtti. Türk dış politikasının ve bunun iç politikaya izdüşümlerinin sağlıklı
değerlendirmesi, büyük ölçüde bölgedeki gelişmelerin ve Türkiye’nin değişen
imajının göz önüne alınmasına bağlıdır.
Kardaş’a göre, Ortadoğu’daki dönüşümü beş boyut üzerinden incelemek
mümkündür. Bunlardan ilki, devlet sınırlarının giderek daha ciddi biçimde
tartışmaya açılmasıdır. Bölgedeki gelişmelerin temelinde yatan önemli
unsurlardan birisi, modern ulus-devlet sisteminin yapı taşı niteliğindeki olan
devlet sınırlarının tanınmasının ve korunmasının sorgulanmasıdır. Sınırlar hem
Suriye-Irak örneğinde olduğu gibi devlet kontrolünden çıkarak buharlaşmakta hem
de yeni otorite mekanizmalarının ortaya çıkmasıyla anlamını kaybetmektedir.
İkinci boyut, sınırlar konusundaki gelişmelerle de bağlantılı olarak
egemenlik ve devlet otoritesi kavramının zedelenmesini içermektedir. Suriye,
Irak ve Libya’da devlet otoritesi, yok denecek kadar azdır. Bu durum
ulus-devlet sistemine önemli bir meydan okuma alanı açmaktadır. Devlet
egemenliğinin zayıflamasının bir sonucu niteliğindeki üçüncü boyut, ulus-altı
kimlik ve aktörlerin güçlenmesidir. Devlet otoritesinin zayıflaması farklı
kimlik ve ideolojilerin görünürlüğünü artırmasına, bununla beraber farklı
aktörlerin güçlenmesine sebep olmaktadır. Dördüncü boyut, sosyo-ekonomik alanda
yaşanan olumlu gelişmelerin siyasi dönüşümleri olumlu etkileyeceği yönündeki
teorik varsayımların çökmesidir. Ekonomik yapılarda gözlemlenen kısmi
iyileşmelerin siyasi düzlemde hiçbir olumlu etkiye neden olmadığı
görülmektedir. Beşinci boyut ise, güvenlik boşluğunun doğmuş olmasıdır. Son
dönemde çatışma dinamikleri ve parçalanma eğilimleri öne çıkmış, buna bağlı
olarak da askeri söylem güçlenmiştir. Bunun arkasında yatan sebep, büyük ölçüde
devrimci ve karşı devrimci retoriğin güçlenmesidir. Devrim hareketleri karşı
devrim girişimleri ile karşılaşmış, başarısızlığa uğramış, bölge karşılıklı bir
mücadeleye sahne olmuştur. Bu tarz gerilimleri yönetebilecek yerel bir
mekanizmanın yoksunluğunun yanısıra, ABD’nin başını çektiği batı eksenli
uluslararası kamuoyu da bir irade gösterme eğiliminde değildir.
Konuşmasının sonuna doğru Kardaş, Ortadoğu’da zeminin giderek
kayganlaşmasının değişen ittifaklar dönemine girildiğini gösterdiğini ve kalıcı
çıkar ittifakı arayışlarından ziyade, esneklik ekseninde bir dış politikanın
bölge düzeyinde önemli sonuçlar doğurabileceğini ileri sürdü. Bu çerçevede,
belirli konulardaki politikalar gözden geçirilebilir, alternatif araçlar
kullanılabilir, geri adımlar atılabilir. Bununla beraber yumuşak güç
araçlarının etkisini yitirdiği şu günlerde, makro ve mikro düzeyde caydırıcı
gücün önemi artmaktadır. Bütün zorlu şartlara rağmen içinden geçtiğimiz süreç
Türk dış politikası açısından oldukça öğretici bir tecrübedir. Bu süreçten
çıkarılacak dersler Türk dış politikasının gelecekteki kapasite inşasına
katkıda bulunacaktır.
Türkiye-Rusya ilişkilerinin 2015 yılındaki seyrini masaya yatıran Emre
Erşen, uçak düşürme hadisesinden sonra ortaya çıkan krizin bir yandan sürpriz
olduğunu, diğer yandan da şaşırtmadığını belirtti. Rus hava kuvvetlerinin
birkaç defa Türkiye sınırlarını ihlal etmesinin ulusal egemenlik meselesi
olarak algılanması ve Ortadoğu’da -özellikle Suriye’de- farklı çıkarların
bulunması böyle bir krizin habercisi olarak değerlendirilebilirdi. Öte yandan
iki ülkenin 2000-2015 yılları arasında giderek gelişen dinamik ilişkileri göz
önüne alındığı zaman böylesi bir krizin yaşanabileceği beklenmemekteydi.
Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler ekonomi ve enerji alanlarındaki
ortaklıklar ile gelişme eğilimi göstermiş, bölgesel çıkarlar ve politikalar söz
konusu olduğu zaman ise farklılaşmalar ve çatışmalar görülmüştür. İkili
ilişkilerde bütüncül bir yaklaşımdan ziyade konu odaklı bir kompartmanlaştırma
stratejisi izlenmiş, bu strateji belirli alanlarda fayda sağlamasına rağmen
ilişkilerin geneli açısından risk arz etmiştir. İki ülke Karadeniz’de,
Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinde, Kıbrıs meselesinde ve PKK ile ilişkilerde
farklı yaklaşımlar benimsemişlerdir. Dahası, Türkiye NATO üyesi bir ülkedir ve
bu sebeple Rusya’nın rakibi konumundadır. Bu açılardan bakıldığı zaman siyasi
bir krizin çıkmasının hiç de uzak bir ihtimal olmadığı görülebilmektedir.
Erşen, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin küresel, bölgesel ve ulusal olmak
üzere üç boyutta değerlendirilebileceğini söyledi. Küresel açıdan, NATO
karşısında zemin kaybeden Rusya’nın büyük devlet olma iddiasını kanıtlama
ihtiyacı önem arz etmektedir. Bu ihtiyacın giderilebileceği coğrafya da eski
Sovyet ülkeleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ukrayna’daki tutumu dolayısıyla
uluslararası arenada ciddi tepki gören Rusya, Suriye politikası ile tekrar güç
kazanmaya ve imajını düzeltmeye çalışmaktadır. Bölgesel açıdan bakıldığı zaman,
Suriye’nin Rusya’nın Ortadoğu’daki tek müttefiki olduğu görülmektedir.
Akdeniz’de kıyısı bulunan Suriye üzerinden güneye açılan Rusya, buraya yaptığı
müdahale ile zemin kaybeden ortağı Esed’e ve rejimine -deyim yerindeyse- kan
vermiştir. Suriye müdahalesinin ulusal boyutu, siyasi ve ekonomik olarak
darboğazda bulunan, küresel radikalizm ile muhatap olmak zorunda kalan Rus
devletinin iç politikada kendisine alan açmaya, meşruiyet zemini bulmaya,
rahatlamaya çalışmasıdır.
Rusya, Suriye’yi bölgede Türkiye’den daha önemli bir partner olarak
görmektedir. Ayrıca Türkiye’nin bölgedeki savları Rusya’nın büyük güç olma
iddiası önünde engel teşkil edebilecek niteliktedir. Nitekim Rus savaş uçağının
düşürülmesi, Rusya’nın bu imajına zarar veren belki de en önemli olaydır. Bu
iki durum bir arada düşünüldüğü zaman Rusya’nın Suriye’de gerilimi tırmandırmak
suretiyle alan kazanmak istemesi anlaşılabilir bir durumdur. Türkiye bu süreçte
hesaplı bir risk almış ancak ekonomik bağımlılık yolu ile dış politikadaki
sorunları aşma politikası Rusya özelinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yaşanan
kriz iki taraf açısından son on beş yıldır devam eden romantizmin bir nevi
sonunu getirmiştir. Toplumsal algıların bozulmasına bakılırsa bundan sonraki
süreçte ilişkilerin eskisi gibi yakın olmayacağını söylemek abartılı sayılmaz.
Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini ele alan Gülnur Aybet ise ilişkilerin
dönüşümü hakkındaki değerlendirmesinin ardından Arap Baharı sonrası dönemini
masaya yatırdı. NATO yalnızca güvenlik ihtiyacının sonucunda doğmuş bir kuruluş
olmaktan ziyade, Soğuk Savaş sırasında ve sonrasındaki dönemde Batı dünyasının
değerlerini meşrulaştıran ve koruyan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Böylesi bir yapı içerisinde, hiçbir zaman tam manasıyla Batılı sayılmayan
Türkiye’nin yer almasının sorgulanmamış olmasının arkasında güvenlik ihtiyacı
bulunmaktadır. Bu açıdan Türkiye, NATO açısından Sovyetler Birliği’nin
Ortadoğu’ya ulaşmasını engelleyen, Avrupa’da askeri denge sağlayan, Soğuk Savaş
sonrasında barış misyonlarına destek veren, fonksiyonel bir müttefik olmuştur.
Soğuk Savaş sonrasında NATO’nun misyonu değişime uğramıştır. Post-komünist
ülkelere teknik destek veren, demokratik normları yansıtan, insani yardım ve
müdahalelerde bulunan NATO’da eksen, kolektif savunmadan kolektif güvenlik
anlayışına kaymıştır. Bunun bir sonucu olarak yaklaşık yirmi yıl boyunca
Birleşmiş Milletler’in askeri kanadı gibi hareket eden NATO, 11 Eylül 2001’de
ABD’deki terör saldırıları sonrasında, bu defa belirli bir hudut sınırı içinde
kalmaksızın, tekrar kolektif savunma pozisyonuna dönmüş, Afganistan ve Irak
gibi NATO’nun sınırları dışında bulunan ülkelere savunma amacıyla operasyonlar
düzenlemiştir. İzlenen politikalar sonucunda üye ülkeler arasında iki farklı
anlayış ortaya çıkmıştır: NATO’nun bölgesel savunmaya odaklanması gerektiğini
düşünenler ve küresel bir strateji dâhilinde hudutsuz olması gerektiğini
düşünenler. Ukrayna krizi ile bölgesel savunmanın önemi anlaşılmış ve bu
anlayış benimsenmiştir.
NATO’ya üye ülkeler içerisinde Türkiye, içe dönük bir portre çizmiştir.
Özellikle 2003’teki Irak işgali sonrasında artan PKK terörü dolayısıyla kendi
meseleleri üzerine eğilen Türkiye’yi anlamakta zorluk çeken NATO, 2007
yılındaki tezkere süreci ile Türkiye’nin kendine has güvenlik sorunları ve
kaygıları bulunduğunun farkına varmıştır. Türkiye’nin özellikle Libya’daki iç
savaş sürecinde olası bir dış müdahalenin NATO üzerinden yürütülmesi savı
uluslararası kamuoyunda kabul görmüş, Türkiye’nin NATO üyeliğiyle süreçte söz
sahibi olmasının önünü açmıştır. 2007 yılı itibariyle Türkiye ile NATO,
fonksiyonel ortaklık sürecini geride bırakarak stratejik-bölgesel ortaklık
oluşturmuşlardır. Türkiye’nin NATO açısından öneminin artmasıyla beraber NATO,
farklı öncelikleri ve ilişkilere sahip, dış politikada kâr-zarar hesabı
yapabilen, ilkesel kararlar veren bir Türkiye imajıyla karşılaşmıştır. Bunun
sonucu olarak da Türkiye zaman zaman NATO tarafından ‘kötü ortak’ ilan
edilmiştir.
Suriye iç savaşı NATO’nun güçsüzlüğünü göstermesi açısından önem arz
etmektedir. Zira Rusya’nın Libya tecrübesinden sonra takındığı tavır, NATO’nun
Suriye’de hareket edebilme yeteneğini sınırlandırmıştır. Soğuk Savaş sonrasında
seyirci pozisyonunda bulunan Rusya’nın Suriye’deki varlığı, NATO açısından bir
sorun teşkil etmektedir. Suriye’nin geleceği konusunda NATO’nun önünde
cevaplandırılması gereken ciddi sorular bulunmaktadır. Rusya’nın varlığı göz
önüne alınarak hangi yerel aktörlerin destekleneceği, yeni rejimin Esed’i
barındırıp barındırmayacağı, bu sorulardan bazılarıdır. Suriye krizi süresince
Türkiye’nin NATO ile ilişkileri bütün olumsuz söylemlere rağmen gelişmiştir.
Türkiye’nin transatlantik müttefikleri ile farklı önceliklerinin bulunması,
kısa vadeli ve değişken ittifakların kurulmasının önünü açmaktadır.
__
Bilim ve Sanat
Vakfı Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 19 Aralık 2015 tarihinde
düzenlediği 2015'te Türk Dış Politikası panelinin BİSAV Bülten 90.
sayısında yayımlanan değerlendirmesidir:
http://bisav.org.tr/yayinlar.aspx?module=makale&yayinid=258&menuid=3_3&yayintipid=3&makaleid=1544